(Son Güncelleme: 06.09.2024) Konuk Yazar: Devrim BAĞMAN
İnsan boğazına düşkün olunca benim gibi, yaşadığı şehrin sevdiği köşelerini zevkine uygun bir yeme içme mekanıyla özdeşleştirmeden rahat edemez. Gitmeyi sevdiği her yerde ya bir tatlısına hayran olduğu bir pastane, ya yemek yemekten zevk aldığı bir restoran ya da kendini evinde gibi hissettiği bir kafe bulur, başka türlü yaşayamaz. Bunu da ancak damak tadına, bir güzel besteyi dinlerken ya da muhteşem bir yağlıboya tabloyu seyrederken aldığı haz kadar değer verenler anlayabilir, başkası bunu hayatta anlayamaz.
Bizim gözlerimiz sürekli etrafta mekan kovalar, iki dakika boş bırakılmaya gelmeyiz, ya bir restoranın önünde menüyü incelerken bulurlar bizi ya da yarı aralık bir kapıdan kafayı içeri uzatmış bakarken. Daha yeni yemekten kalkmış olsak bile gönlümüzü çelen bir tatlıcıda mola vermeden edemeyiz. Ne yapalım işte biz böyleyiz 🙂
Bu karakterde bir insanın Paris gibi nerdeyse musluklarından dünyanın en lezzetli şaraplarının aktığı, vitrinlerini mankenlerden çok rengarenk tatlıların süslediği, yemeğin tabağa bir tuvale dokunan fırça darbeleri gibi yerleştirildiği bir şehirde yaşaması elbette ki ölmeden cennete düşmüş olmaya eş.
Ama bir yandan da dünyanın en pahalı iki üç şehrinden birinde olduğunuzu düşünecek olursak bu cennetin kimi zaman nasıl da bir işkencehaneye dönüşebileceğini tahmin edersiniz. Mekanın estetiği, dekorasyonun güzelliği, servisin kalitesi ve yemeklerin lezzeti kadar fiyat kalite dengesi de önem kazanıyor bu şehirde haliyle. Tabii iradenin yetersiz kaldığı büyülenme anlarını saymazsak 🙂
Montmartre Tepesi benim için Paris’in -istediği kadar turistik olsun- vazgeçilmez köşelerinden biri. Paris’te yaşadığım on yıl boyunca ayda bir-iki kere o tepeye çıkıp sokaklarında kaybolmazsam kendimi eksik hissettim hep. Baharda ayrı güzel, Noel’de ayrı güzel, yağmurda başka, güneş açınca başka güzel benim için. Lafı fazla uzatmaya gerek yok, bu blogun sahibi emektar Paris hayranının Montmartre Tepesi yazısında zaten istediğiniz kadar detay var.
Çok eskiden benim, Montmartre kaçamaklarımla ilgili tek sıkıntım oraya gidince şöyle oturup keyifli keyifli yemek yiyecek bir yer bulamamaktı. Yoksa leziz tatlılarıyla Montmartre Tepesi‘nin hemen altında yüksek tavanlı büyüleyici atmosferinde demleme çaylarından içmek için Halle Saint Pierre çoktan keşfedilmişti. Tepedeki restoranların turistik havası, civardaki küçük şirin bazı restoranların da fabrikasyon kalabalığı beni hep itiyordu. Derken bir Cumartesi öğle üzeri Le Basilic‘le karşılaştık.
Champs Elysées’den M2 metro hattıyla gelirken Montmartre Füniküleri‘yle tepeye çıkmak için indiğimiz Anvers’den iki durak ya da Paris’in meşhur seks merkezi Pigalle’den hemen bir durak önce Blanche’da inip yokuştan tepeye karşı dik yukarı çıkınca bir yol ayrımında sanki yolun başını tutmuş da seni bekliyormuş gibi çıkıyor insanın karşısına Le Basilic. Bu arada Le Basilic (lö bazilik) Fransızcada “fesleğen” demek.
Eğer aşağıdan değil de yukarıdan Montmartre Tepesi‘nden aşağı inerken nasıl ulaşacağınızı merak ediyorsanız o iş biraz karışık. Başka kestirme yolları da var elbet ama hiç kaybolmadan kolayca bulmanın yolu ise şöyle: Sacré Coeur Bazilikası‘ndan aşağı dilerseniz fünikülerle, dilerseniz yürüyerek inin ve aşağıdaki durağa ya da atlı karıncaya ulaştığınızda sağa dönüp hiç sapmadan dümdüz yürüyün. Biraz sonra Le Basilic karşınıza çıkacak.
Sanki çok uzaklaşmışsın da kaybolmuşsun gibi geliyor insana ama aslında Dalida’nın mezarının hemen arka sokağındasın ve az önce yokuştan yukarı çıkarken Amelie filminin çekildiği Café des Deux Moulins’in önünden geçtin farkında olmadan. Hatta kafanı çevirip arkana baktığında uzakta Abbesses Meydanı‘nı ve metrosunu görüyorsun, hani Concorde’dan gelmiş olsan burada inip azıcık yürüyerek de ulaşacakmışım diyorsun kendi kendine. Aman dikkat, Abbesses istasyonunda indiğinizde sakın merdivenlerden çıkmayın, çünkü bitmek bilmiyor, mutlaka asansörü kullanın 🙂
Neyse lafı fazla uzatmadan Le Basilic’in yazının kapak fotoğrafında gördüğünüz basamaklarını tırmanıp kafayı kapıdan içeri uzatmak gerek. Binanın dışındaki benim gönlümü çelen ahşap hakim mimari tarz içeri girer girmez orta çağı andıran muhteşem bir iç dekorasyon olarak kendini gösteriyor bu kez. Ben ahşabı hep sıcak bulurum, hele ki böyle yüz yıllık, içinde onca yaşanmışlık olan ve değdiğimde sanki birden o yıllara dönecekmiş gibi hissettiğim türden olursa gözüm ne yemek görür ne servis 🙂
Kafayı içeri uzatınca ilk korkulu soru “acaba rezervasyon gerekiyor muydu?” olur tabii ki. Paris’te birçok restoranda özellikle akşam yemeklerinde ve bazen öğlen bile rezervasyon gerekir ama burada öğlen rezervasyon gerekmiyormuş iyi ki yoksa beynen bu kadar hazırlandıktan sonra kapıdan döndürülmek hiç hoş olmazdı doğrusu 🙂
Onun için 11:45’de açılan öğlen servisinin az sonrasında ya da fazla geciktirmeden gitmekte fayda var galiba çünkü içerdeki 20 masa 45 dakika bir saat için birden doluverdi.
Daha masaya oturur oturmaz ortam içine çekip alıyor insanı Le Basilic’de. Hafifçe etrafı süzüyorsun önce, sonra restoranın en dibinde duvardaki çiçekli kitaplığa takılıp kalıyorsun, doyamıyorsun bakmaya. Hele benim gibi sırtını barın karşısındaki cama verip restoranı ortalamışsan bütün restorana hakim oluyorsun keyifle. Barın hemen önünde oturan yaşlı teyzemiz az sonra çocuklarından birinin evliliğini kutlayacak ailesiyle birlikte. Şu an şampanyasını sipariş ediyor.
Az sonra beyaz şarabıyla devam edecek. Hemen yanına oturacak olan kızı da annesinin, garson servis yaparken yanlışlıkla uzattığı elini servis engellenmesin diye tutup çekerken bir yandan ağzına götürüp öpecek ve benim kıyıda köşede kalmış bu toplumdaki sevgi eksikliğine dair ön yargılarımı da silip atacak.
Neyse servise dönelim; Paris’in, gelmeden önce duymaktan bıkacağınız ama gelip yaşadıktan sonra da hak vereceğiniz bir servis sıkıntısı vardır. O kadar ki insanın içi daralıp çekip gitmek ister bazen 🙂 Hayat o kadar yavaş akar ki, insanlar sanki o anı doya doya yaşamak istermiş gibi geciktirirler hep her şeyi. Garsonlar da bu suça iş birliği edercesine iyice ağırdan alırlar.
İçinde yaşayınca bu kültürü benimseyip özümsüyorsun ama tatil için gelip dar vakitte koştururken can sıkıcı olabiliyor tabii. O yüzden servisin hızlı olduğu bir restoran önemlidir ve Le Basilic de böyle bir restorandı. Hemen menü geldi ve siparişler de 5-10 dakika içinde hazır edildi.
Ama eğer bekleme anlarından zevk almak istiyorsanız yemekten önce bir aperitif içki söyleyecek ve bu bekleme zamanını bitmesini istemediğiniz bir zevk haline getireceksiniz tipik bir Fransızın günlük yaşamında her daim yaptığı gibi. Aperitif için en geleneksel tercih “kir” dir.
Creme de cassis ve şarapla yapılan iştah açıcı bir kokteyldir bu ve lezzetlidir. Fransızlar için çok özeldir ve sipariş ettiğinizde gözlerinden bir yakınlaşma hissedersiniz garsonun hemencecik. Şarap yerine şampanyayla yapılan versiyonu ise “kir royal” ama fiyatça daha pahalı ve ben şahsen gereksiz buluyorum.
Le Basilic şık ve biraz pahalı bir restoran. A la carte yani menüden seçerek sipariş vermek için ya bütçenizin buna elverişli olması ya da buna değecek kadar özel bir şeyi kutluyor olmanız lazım. Ama bu öğle vakti bu restoranda bulunmamızın sebebi, başta söylemeyi unuttuğum çok hesaplı ekspres öğlen menüsü. Bir antre ve bir ana yemek ya da bir ana yemek ve bir tatlı seçeneğinden oluşan ekspres öğlen menüsü sadece 15,90€ ki burası için bu gerçekten doğru bir rakam. Bu menü sadece hafta içindeki öğlen servisleri için geçerli. Ben bu yazıyı ilk yazdığımda Cumartesi günleri de geçerliydi… Güncel rakam ve menüye yazının sonundaki resmi web sayfası linkinden ulaşabilirsiniz.
Ben antre olarak bir sebze çorbası ve ana yemek olarak da son derece leziz, ağızda dağılan bir ördek yedim. Sosundaki hafif acımsılık insanın damağında korkunç bir lezzet bırakıyordu. Yanındaki patatesler anne kesimi, etli ve lezzetliydi. Sonra tabii her zamanki gibi dayanamayıp bir de tatlı sipariş ettim ama 🙂
Şarap konusunda kendimi geliştirmeye çalışıyorum ama bir türlü sofra şarabı içmekten de kendimi alamıyorum. Bugüne kadar içtiğim hiçbir şarap beni mutsuz etmediği için açıkçası özel günler haricinde, hele ki böyle bir öğle yemeğinde 25 cl’lik bir karaf sofra şarabını daha uygun fiyata içmek dururken, gidip şişe açtırmak çok anlamlı gelmiyor bana.
Kırmızıda Merlot veya Syrah, beyazda Chardonnay vardı, pembede ise Cinsault. Tabii özel günler ve anlamlı ortamlar haricinde diye tekrar altını çiziyorum tekrar 🙂 Yoksa böyle bir yemekte beyaz şarap içeceksem Sancerre’i ya da Chablis’yi hiçbir şeye değişmem açıkçası.
Tatlı seçenekleri oldukça zengindi ama ben her zamanki gibi “café gourmand” isteyerek bu kez hata yaptım. Café gourmand bazı restoranların birkaç değişik tatlı tipinden azar azar sundukları bir tatlı tabağıyla birlikte bir kahve servis ettikleri özel bir tatlı menüsüdür.
Çoğu zaman da onu mu yesem bunu mu yesem diye çıldıran benim gibi kararsızlar için biçilmiş kaftandır 🙂 Ama bu kez dondurma ve meyve tabaklı bir seçenek gelince yan masadaki yaşlı amcamın yediği krem karamelde öyle bir gözüm kaldı ki anlatamam 🙂 Neyse bir dahaki sefere.
Mekandan sonra bana kendimi özel hissettiren şey, bir de garsonların güler yüzlü ve özenli davranışıdır. Biraz abartılı olacak ama çoğu zaman garson için de giderim bir restorana ben. Mesela, mahallemdeki Trattoria d’Angelo’daki, kapıda ağırlanma keyfini Paris’te başka hiçbir yerde yaşayamayacağım için benim için orası Paris’in en güzel İtalyan restoranındır.
Le Basilic’in garsonları da gayet güler yüzlü ve zekiydiler. Pratiktiler ve çabuktular. Daha ne olsun ki.
Üstelik menüde denenmek üzere aklıma kayıtlı, benim Paris’te lüferin yerine oturttuğum “bar” balığı ve sağ yanımda oturan çiftin iştahla yerken içine ekmek banmamak için kendimi zor tuttuğum “escargot” yani salyangoz güveci var daha. Bunu daha önce hiç görmemiştim, ben daha önce hep demir ızgarada tereyağı, maydanoz ve sarımsakla birlikte fırınlanan salyangozlar yemiştim.
Sonuç olarak Le Basilic kendimi iyi hissettiğim, fırsat buldukça da gittğim bir restoran oldu.
Pariste.Net Tv‘de Alternatif Montmartre Turu videosunda bu restoranın da tanıtıldığı hoş bir bölüm var, onu da izlemenizi öneririm.
Damak tadınız hiç eksilmesin…
Hep sevgi ile…
Web Adresi: lebasilic.fr/en
Adres: 33 Rue Lepic, 75018 Paris
9 Comments
Merhaba Montmartre turumuzdan sonra elimizle koymus gibi bulduk.Atlikarincadan saga ve dumduz devam hoop tam karsida.Yemekler cok lezzetli.Ne odeyecgini bilmek guzel.Oglen antre +ana yemek veya ana yemek+ tatli 12.90€ içecekler extra.Siseyle su getiriyorlar büyük bir karafla geliyor.Menu fransızca olduğu için tatli seçimini yanlış yapmışım ekmek tatilisini çok begenmedim umdugum gibi değildi.Ama onun dışında çoook lezzetli yemekler coook tipik bir fransiz restoranı çok tavsiye ederim.Tesekkurler pariste.net
Burası benim de Montmartre’ta en sevdiğim yerlerdendir. Afiyet şeker olsun.
30 Ocak ile 5 mart 2017 tarihleri arasında tadilattan dolayı kapalı . Gitmeyi düşünenlerin bilgisine
Merhaba Hasan Bey,
Bilgilendirmeniz için çok teşekkür ederim. Hemen yazıya bu bilgiyi ekliyorum.
Mutlu günler.
Bu blog yazarları, Le Basilic'i Montmartre'dan iniş olarak yeniden düzgünce tarif etmeliler bence. Montmartre'dan düz bir iniş var gibi geldi bana.
Merhaba,
Öncelikle bu yazı altında ve diğer birkaç yazıda daha değerli yorumlarınızla katkıda bulunduğunuz için teşekkürler.
Le Basilic, Montmartre'ın en ünlü sokağı Rue Lepic üzerinde, üstelik ara bir yerde değil, tam yolun ikiye ayrıldığı yerde ortada. Çevre esnafın bilmiyor olması enteresan geldi ama mümkün…
Aşağıdan tarif vermek çok kolay ama Montmartre'tan inerken tarif vermek biraz zor, çünkü aşağı inen sokaklar karışık. Hiç kaybolmadan gitmenin en kolay yolu Sacré Coeur'den (fünikülerle ya da yürüyerek) aşağı inip alttaki atlı karıncadan sağa dönüp dümdüz yürünürse karşınıza çıkacaktır.
Bu tarifi de yazıya eklemek konusunda haklısınız, hatta en güzeli Google Maps konumunu yazarak güncelleme yapmak.
Tekrar teşekkürler
Eşim ve ben, gittik. Ancak, Montmartre'da yerel esnafa sormamıza karşın düzgün bir tarif veremediler. Taksiye bindik, taksici de elektronik haritadan buldu. Anımsadığım kadarıyla 6 Avro ödedik taksiye. Her neyse… Ama, bu restaurant, Paris gezinizde tek geçilecek restaurantlardan biri. Masa sayısı az, yan yana, diz dize oturuyorsunuz. Önden iki "kir" içtik. Üstüne iki tane güveçte "escargo". Nefisti. Ardından iki porsiyon ördek. İki kadeh şarap/beyaz. Üstüne de ortaya krem karamel. Tabii, iki tane de benim dilime doladığım "French coffee"(!), yani espresso içtik. Hepsi, belli düzeyin üstünde lezzetlerdi. Lokanta 14.30-15.00 arası boşalıyor. Servis de rahat ediyor. Ne mi ödedik? İki kişi 79.40 Avro. Montmartre taraflarında gereksiz "café"lerde değil, burada yemeğinizi yiyin, derim. Tabii, siz bilirsiniz.
Devrim Bey,
Monmarte benim de çok sevdiğim yerlerden birisidir. İlk yazı için çok hoş bir tercih olmuş.
Gitmiş kadar oldum çok güzel anlatmışsınız. Çok beğenerek takip ettiğim bu blogda gurme yazılarınızı daha sık görmek isterim.
Sevgiler
S.
Devrim Bey'in yazısının ışıltısının hatırına bile gidilir diye düşünüyorum. Le Basilic Paris'e tekrar geldiğimde mutlaka uğramayı düşündüğüm yerlerden biri oldu şu an itibariyle 🙂 Teşekkürler