Cennette Bir Yıl
Tam bir yıl önce bugün Paris’e yerleşmek üzere doğup büyüdüğüm, içinde var olup harmanlandığım, ben olduğum şehirden, İstanbul’dan ayrılmıştım. Yıllara yayılan “ömrümün bir bölümünü başka bir ülkede geçirme projesi” kapsamında son dakika golüyle karşıma çıkan Paris seçeneği ile bire bir yüzleşeli tam bir yıl olmuş bugün.
Hiç beklemediğim bir şekilde, sabaha karşı İstanbul’dan gözyaşları içinde ayrılışım, pasaporttan geçerken “ben şimdi kendi rızamla geri dönmeyi gururuma yediremem, Allahım ne olur bir terslik olsa da beni İstanbul’a geri gönderseler” diyebilecek kadar İstanbul’daki yaşamı geride bırakmanın verdiği o beklenmedik hava, uyku ve hayat sersemi halimizle şirketin bize tahsis ettiği on küsür metrekarelik lojmana yerleşmemiz, o günün hay huy ile geçmesi ve ertesi gün uyandığımda zihnimde artık ülkeme dair en ufak bir anı, iz ve eser kalmaksızın kendimi sanki hep Paris’te doğmuş büyümüş kadar buraya ait hissedişimin yarattığı ilginç travmayı yaşayalı bir yıl olmuş yani.
Bu bir yılda yaşadıklarımı buraya yazıp ziyan etmek istemiyorum, çünkü başlı başına bir kitap konusu olabilecek kadar zengin, heyecan verici, keyifli, ilginç ve sayfalar sürecek bir maceranın hikayesini internetin uçsuz bucaksız evreninde tek bir sayfada okunacağı günü bekletmek yaşadığım güzelliklere karşı saygısızlık olur.
Bu yazıyı, ne yapıp ettiğimden çok, bu konu hakkında ne düşündüğüm, bende ne gibi izler bıraktığına yönelik izlenimlerimi paylaşmak adına yazıyorum. Çünkü daha önce pek çok günlük tutmayı denemiş biri olarak her seferinde o kadar detaylı yazmaya kalkıyorum ki, çok kısa süre sonra bir günün akşamında “bugün sadece günlük yazdım” diyebilecek kadar işi abartabiliyorum; o yüzden günlüklerden çok kısa notlar almak hayatı daha dengeli yaşayabilmem için en doğru seçenek gibi görünüyor bir süredir.
Bir yıldır Paris’teyim. Buraya yerleşmeyi hayatımın hiçbir döneminde düşünmemiştim, aklımdan bile geçirmemiştim, çünkü hayatımın hiçbir döneminde Fransızca öğrenmek istemedim ben 🙂 Ama kader ağlarını ördü, kendimi bir şekilde burada buldum…
Bir insan, hayatının hangi döneminde, bir yıl boyunca “sıfır sorun” ile yaşama şansını elde edebilir ki? Elbette hayatımda pek çok mutlu, keyifli dönemlerim oldu. Sayısı az olmakla birlikte duygusal anlamda yerlerde süründüğüm, maddi anlamda epey bir cebelleşmek zorunda kaldığım çok zor günler de yaşadım ama bu son bir yıldır, hayatımda ilk kez bu kadar uzun süre boyunca “sıfır sorun” ile yaşamanın enteresan ruh hali içerisindeyim. Sanki ölmüşüm de cennete gitmişim gibi…
Yaşadığım yer Paris’in merkez kabul edilen bölgesine 5-6 kilometre mesafede, dışarıdan bakan biri için yine Paris olarak kabul edilebilecek ama aslında bir Parisli için şehrin banliyölerinden biri sayılan yakın bir bölgede. Şehir merkezine 15 dakikada inebildiğim ama şehrin karmaşasından fersah fersah uzakta kalmamı sağlayan, İstanbul’la karşılaştırdığımda çocukluğumun “Koşuyolu”su ile eşleştirilebilecek bir bölgede yaşıyorum. Hem son derece sakin ve dingin bir bölge hem de hayat tüm güzelliği ve canlılığı ile akıp gidiyor burada. Canın merkezde bir şeyler yapmak istediğinde de bir trene atlayıp 15 dakikada merkeze inip neye ulaşmak istiyorsan ulaşabiliyorsun. Tıpkı eskilerin “İstanbul’a iniyorum” dediği gibi “Paris’e iniyorum” ben de…
Bakkalı, kasabı, fırını, eczanesi, terzisi, kuaförü, balıkçısı, peynircisi ne ararsan var, sıra sıra dükkanlar şeklinde ya da daha büyük bir tüketim canavarı olmayı seçersen avm’si hypermarket’i, her şey avucunun içinde. İnsanlar çocukluğumun İstanbul’u gibi, nazik, temiz, saygılı, görgülü, dingin ve huzurlu. Çocuklar sevinç kahkahaları ile oynuyor sokaklarda. Yeşil, yemyeşil her yer.
Damak tadı gelişkin olmayan biri olarak, beni bile benden alacak lezzetlerle dolu burası. Pastane ürünlerini şarabını şusunu busunu geçtim, kuru ekmeğe tereyağı sürüp yesen bile çocukken yediğin lezzetin aynısını alıyorsun burada, hatta çok daha fazlasını. İnsan çocukken yediği eklerden daha güzel bir ekler yiyebilir mi yıllar sonra? Oluyormuş burada, hayretle gördüm.
Hele benim gibi çocukluğu hayalinden saraylar, köşkler, kaleler, şatolar, türlü türlü binalar çizmekle geçmiş birinin bu çizdiklerinin gerçekte Fransa’da var olduğunu hayretle görmüş olması burayı bin kat fazla sevmesine neden oluyor. Sokaklarda dolaşırken kendimi çocuk halimle çizdiğim resimlerin arasında geziyorken buluyorum; bu ruh halinin zihnimde yarattığı görsel ve duygusal şovun müthişliğini buraya dökebilecek kadar edebi yeteneğim güçlü olabilseydi keşke.
Her sabah kapıdan dışarı çıkıp da gördüğüm manzara karşısında, içime çektiğim tertemiz hava sayesinde ve atmosferdeki sessizliğin içimde yarattığı dingin coşku yüzünden yukarı kaldırıp başımı, göğe doğru hafif bir göz kırpması ile teşekkür ediyorum beni buraya getiren güce. Her gün istisnasız yaşıyorum bu duyguyu burada tam bir yıldır.
İlk geldiğim zamanlarda deli gibi o trenden inip bu otobüse biner, bu otobüsten inip rastgele şu metroya atlar, illa ki şehrin içini dışını her bir yerini tanımaya çalışırdım. O zamanlar tutacağımız evin nerede olması gerektiğini belirlemek için bunu yapmak aynı zamanda şehrin neresinde ne olduğunu anlayabilmek için önemliydi. Benim gibi İstanbul’u avucunun içi gibi bilen birinin elbette ki yaşayacağı yeni yerin, Paris’in de kıyısını köşesini çok iyi bilmesi gerekirdi. Sırf bu yüzden metrodan çok otobüsü tercih ettim. Nerede ne var, nerede hangi hayatlar yaşanıyor bilmem, kafama oturtmam, bir yer hakkında konuşurken illa ki zihnimde onu canlandırmam gerekiyordu çünkü.
Şimdilerde gezi alanlarımı şehrin dışına doğru çıkarmaya başladım. Rastgele bir otobüse atlayıp rastgele uzak bir yerlere gitmek, şehirden uzaklaştıkça artan dinginliği görürken bir yandan da yaşamın aslında aynı değerde sürdüğüne tanıklık etmek de etkileyici oldu hep.
Bilen bilir, ben öyle evde oturup kitap okuyamam pek; kitap okumak için illa ki kendimi dışarı atmam, otobüse, trene artık her ne bulursam ona binip yolculuk yapmam gerek benim rahat rahat okuyabilmem için. Burada da öyle yapmaya çalışıyorum ama hiç bilmediğim yeni yerlerde gezerken etrafıma hayran hayran bakmaktan pek kitap okuyabildiğim söylenemez 🙂 Ancak aynı otobüsle aynı yerden birkaç kez geçince başımı yeniden kitaba gömmem mümkün olabiliyor.
Ben çocukken Bakırköy’den sonra ufak ufak tarlaları görmeye başlardık; Küçükçekmece’den sonra da o muhteşem ayçiçeği tarlalarını… O sahne zihnime öyle kazınmış ki, Paris’te de şehrin biraz dışına çıktığım anda başlayan uçsuz bucaksız tarlaları görmek bende müthiş bir özgürlük duygusu yaratıyor çocukluğumdaki gibi, o zaman bu şehri bir kat daha fazla seviyorum haliyle.
Bu şehir insan yaşamını kolaylaştırmak, hadi hayat zaten zor, kolaylaştırsan kolaylaştırsan ne kadar kolaylaşacak ki, o yüzden güzelleştirmek üzerine inşa edilmiş diyelim. Hiç kimse kapı tokmağını işlemeli yapmak zorunda değil ama burada bir kapı tokmağı, bir kepenk menteşesinin köşesi, aklınıza gelip gelmeyecek her yer nakış nakış işlenmiş, eşsiz bir estetik kaygı ile zenginleştirilmiş görsel bir şölen. Herhangi bir yolda yürüyüp herhangi bir aralık kapıdan içeri baktığınızda gördüğünüz avludaki binlerce detay, başınızı kaldırıp çatılardan birinin tepesinde göreceğiniz bir heykel, sizin farkında oluşunuzu ödüllendirmek için oradalar hep. Oysa o başınızı çevirip çatıların arasından göremeyeceğiniz heykeli başka bir şehrin en meşhur meydanına dikseniz akın akın turist çekebilecek kadar görkemli olduğu halde, sadece hayatın farkında olabilenlerin göz zevkini okşayabilmek için kaldırılmış da bir çatının ta en tepesine yerleştirilmiş.
Parkları bahçeleri anlatmaya bile gerek yok; hele o yakın çevredeki eşsiz şatoları, uçsuz bucaksız çayırları, ormanları; doğayı… Aslı başı düz bir çayırın ortasından geçen bir nehrin iki kıyısına kurulmuş bir kent Paris. Sıradan bir doğa yapısının nakış nakış işlenmesi ile oluşturulmuş. Çünkü hayatı güzelleştirme kaygıları var her daim. İncelikli ruh hali bir yana, bu inceliklerin korunup kollanma bilincinin oluşması da çok önemli haliyle.
Elbette her şehirde olduğu gibi bu şehirde de iyisi var kötüsü var her şeyin ama burada kötünün yüzdesi o kadar düşük ki insanı rahatsız edecek bir boyutuna hiç rastlamadım şimdiye dek. Belki de benim gözlerim öyle görüyordur, siz gelseniz benim aldığım tadı alamazsınız belki ama ne gam; ben kendimi buldum ya burada, insan olduğumu yeniden hatırladım ya yıllar sonra, bu tat bu keyif yeter de artar bana.
En büyük korkularımdan biri insanın nereye giderse gitsin derdini sıkıntısını da beraberinde götüreceği teziydi ama olmadı öyle. Buraya gelince anladım ki ben İstanbul’daki hayatımda, özellikle de son on yıllık dönemde, üçgen bir deliğe yıldız sokmaya çalışan küçük bir çocuk gibiymişim elimde plastik çekicimle. Oysa buraya gelince o plastik yıldız o yıldız şekilli plastik delikten içeri şıp diye girdi; kafamdaki tüm şablonlar buradaki hayata şıp diye oturdu; o an ne dert kaldı işte ne de gam, zihnim tazelendi, yepyeni bir ben oldum, yeniden eski ben oldum.
İstanbul’u bir kere bile özlemedim şu bir yıl boyunca, çünkü özlediğim İstanbul’u zaten İstanbul’dayken de özlüyordum son on yıldır. Aksine burada o kaybettiğim İstanbul’u, İstanbul’un o eski muhteşem yaşamını yaşama şansını yakaladım yeniden; tarifsiz mutluluğum belki de bundan.
Hiç mi ters giden bir şey yok? Çok zorlarsam belki bulurum bir şeyler 🙂 Bir kere en zoru Fransızca öğrenmek zorunda kalmak! Hayatımın hiçbir döneminde bu dile karşı bir hevesim olmadı, birçok kişi en güzel aşk şarkılarının bu dilde söylendiğini iddia etse de böğürerek aşk şarkısı söylenmesi bana hiçbir zaman çekici gelmedi nedense 🙂 İşin şakası bir yana, eğer planlarım düzgün işleyip de geçen yıl Toronto’ya yerleşmiş olsaydım, şu geçen bir yıl içinde İngilizcem mükemmel bir hale gelecekti ama tabi ki sıfırdan Fransızcaya başlamak üstelik başlamak için altı ay geçmesi gerekliliği, yani sadece son altı aydır Fransızca öğreniyor oluşum epey bir zorladı ve yordu beni. Yine de şanslıydım, şansıma Slovenya’ya yerleşip Slovence filan öğrenmek zorunda da kalabilirdim 🙂 Şimdi işe yarar bir dil öğrenmenin mutluluğunu yaşıyorum en azından. Üstelik insan yeni bir dil öğrenirken kendi dilini de didik didik etmeyi öğreniyor, bugüne kadar farkına varmadığı pek çok şeyin farkına vararak kendini daha da zenginleştiriyor.
Bir diğer problem eş dosttan uzak kalmak olarak görünebilir. Hem şansım, hem şanssızlığım şu ki “dost” kavramını çok özenli kullanan seçici biri olarak dosttan yana daima şanslı biri olmuşumdur. İstanbul’da doğup büyümenin, hep o şehirde dost edinmenin avantajıyla, tabi dostluğa verilen emeğin de farkında olarak, yaşamım boyunca onca dost edinmiş olmanın şansını da hep tüm keyfiyle yaşadım. Buraya kadar her şey normaldi de işte tam bu aşamada Paris’e yerleşmek, tüm dostları geride bırakmak, eh haliyle afallattı biraz… Ama onu da ortalama üç ayda bir İstanbul’a giderek çözmeye çalıştık. Zaten şimdi sosyal iletişim ağları da bu işler için biçilmiş kaftan. Pek birbirimizden koptuğumuz söylenemez. Elbette ki yüz yüze iletişimin tadı hiçbir şeyde yok ama bazen düşünüyorum da, İstanbul’daki yoğun iş yaşamlarımız nedeniyle –bir ikisi hariç- en yakın dostlarımla bile iki üç ayda bir görüşmüyor muyduk zaten? Dolayısıyla çok da büyük bir eksiklik olmadı sanki bu açıdan bakınca hayatımda.
Yeni dostluklar kurmak pek kolay değil bilirim ama imkansız da değil hiçbir zaman. Önce şu Fransızca meselesini bir çözelim de hele ondan sonra illa ki açılacaktır kapılar bir şekilde. Zaten benim gibi eşle dostla olmayı sevdiği kadar kendi yalnızlığını da seven biri için şu son bir yıllık dönem de bulunmaz bir nimet.
Kurstan, Türkçe öğretme amacıyla tanıştığım insanlardan birkaçı bir adım öne çıkmaya başladı bile; onlarla daha sık görüşüp daha çok şeyi paylaşır olduk. Türkiye’deki dostluklarla kıyas kabul etmese de burada insanı yalnız hissettirecek bir durum da olmuyor böyle olunca.
Zaten en büyük şansım, yol arkadaşımla Paris’e gelmiş olmam. O olmasaydı bu kadar güzel görünmüyor olabilirdi her şey haliyle. Bunun da farkındayım, o yüzden pamuklara sarıp, kristal fanuslarda korumaya çalışıyorum elimdekileri.
Bir de malum şu meteoroloji meselesi var 🙂 Aslında bunu bir sorun olarak ele almıyorum ama yine de bir hakikat 🙂 2012 yazını resmen bulutların altında geçirdim 🙂 Bu memlekette bir kış var bir de sonbahar; baharı yazı pek gördüğümüz söylenemez. Yine de şikayetçi değilim, gerçekten değilim; yağmur yağmasın, gezmeme engel olmasın yeter. Çünkü bu şehir gri bulutların altında bile güzel; hele ki kazara güneş açarsa işte o zaman tadından yenmiyor bu cennet diyarın. Aslında şimdi daha iyi anlıyorum kuzeyin insanlarının iki damla güneş gördü mü neden öyle açılıp saçıldıklarını, kendilerini neden sere serpe çayıra çimene yaydıklarını; hele bir güneş açsın; vallahi ben de ilk fırsatta atacağım kendimi parklara bahçelere soyunup dökünüp. Hele yaz tatili için güneyde bir yere, mümkünse Kalkan’a bir gideyim, kuma denize salacağım bu güneşi özleyen vücudu 🙂 Demem o ki, evet bu şehir gri, güneş de pek hayırsever değil buralarda…
Aslında burada olmaktan dolayı yaşadığım tek ve en büyük zorluk bir Avrupa Birliği vatandaşı olmamanın yarattığı yasal zorluklar. Elbette vize konusunda yasal çözümler her zaman var ama bu çözümler için yapmak zorunda olduğum yazışmalar, hazırlamak zorunda kaldığım evraklar ve her ne kadar kendimi buraya aitmişim gibi hissetsem de eninde sonunda işlemlerimin yabancılar dairesinde yürüyor oluşu bana acı gerçeği arada sırada da olsa hatırlatıyor 🙂 Fransız bürokrasisi Türk bürokrasisinin Fransızca olanı 🙂 Dilim çok daha iyi olsa kök söktüreceğim de şimdilik denileni yapmak zorunda olmanın yaşattığı zorluklarla mücadele etmek tatsız bir durum değil dersem yalan olur. Evet evet, “Paris’te yaşamanın en zor yanı ne?” diye soran olursa “bir Türk olarak oturma izni almak ve vakti geldiğinde bu iznin uzatılması için uğraşmak, yani bürokrasi” diyebilirim. Sonuçta kurallara harfi harfine uyduğunda, biraz da sabırlı olduğunda bütün yasal prosedürleri aşıp amaca ulaşmak mümkün, o açıdan bir sıkıntı yok ama benim açımdan kendimi hep buraya ait hissetmeme engel olan yegane an işte bu yabancılar şubesi ile iletişime geçmek zorunda kaldığım zaman dilimleridir diyebilirim 🙂 Yine de Paris’te geçirdiğim 365 günün sanırım bir 9-10 günü bu tatsız işlerle uğraşmakla geçmiştir herhalde. Eh bu da toplamda çok tatsız bir şey olmasa gerek.
Benim için en önemli konu, pılını pırtını toplayıp başka bir ülkeye gittiğin zaman dertlerinin ve sıkıntılarının geride kalabileceğini görmüş olmaktı ya bunun böyle olmadığını görmek bana yetti de arttı zaten. Şimdi birazdan Fransızca kursu için evden çıkacağım, kapıdan dışarı adımımı attığım zaman yine o temiz havayı içime çekecek yine dinginliği dinleyecek ve başımı gökyüzüne kaldırıp teşekkür etmek için yine o yöne doğru bir göz kırpacağım kendimce.
Bugün Paris’e yerleşmemin birinci yılı; bu bir yıl rüya gibi geçti, bundan sonrası nasıl geçer bilinmez. İnsan yaşamı sürprizlerle doludur, durduk yere tepetaklak da olabilir her şey. Ama önemli olan yaşamımızın her evresinde, grafiğin hangi konumunda olursak olalım yaşamın daima güzel günleri olduğunu hatırlamak. Zaten bu yazdıklarımı da sizlere “şöyle güzel günler geçirdim böyle güzel günler geçirdim” demekten çok kendime, ileride gerçekleşebilecek olası tatsız zaman dilimlerinde bugünleri hatırlatabilmek, yaşamın illa ki güzel dönemleri olabileceğinin farkına varıp içinde bulunabileceğim olası çıkmazların kısırdöngüsünden kurtulup yeniden güzel günlere dönüş yapabilmek için bir çıkış kapısı aralamak.
Böyleyken böyle; bir yıl bu duygularla, bu düşüncelerle geçti işte. Daha nice güzel günleri nice güzel duygularla yaşayabilmek dileğiyle.
Paris’ten
Sevgiyle
…
Not: Yukarıdaki yazı 26 Mart 2013’te kişisel blogum Sen Mutluluk Olmalısın‘da yayınlandı. Pariste.Net’in Ocak 2014’te yayın hayatına başlamasının ardından kişisel blogumla ilgilenemediğim için yazıyı Pariste.Net bünyesine koymanın daha uygun olacağına karar verdim ve virgülüne bile dokunmadan olduğu gibi yayınladım. Oysa ekleyecek daha ne çok şey var…