X

Cennette Altıncı Yıl

Cennette altıncı yıl ne zaman doldu, hangi ara yeniden Mart ayı geldi, hangi ara ayın 26’sı oldu? Paris’te yaşamaya başlamamızın üzerinden tam altı yıl geçmiş demek ki… Zaman hızla akıp gidiyor, zaman güzel güzel akıp gidiyor… Hem tarihe not düşmek, hem de “Paris’te yaşamak nasıl bir deneyimdir, Paris’te yaşamanın avantajları ve dezavantajları nelerdir?” gibi konularda fikir vermesi açısından, son bir yıl başta olmak üzere, Paris’teki altı yıllık yaşantımın özetini verip, genel bir durum değerlendirmesi yapmak istiyorum izninizle.

Tabii bu yazıyı hazırlamadan önce oturup Cennette Bir Yıl, Cennette İkinci Yıl, Cennette Üçüncü Yıl, Cennette Dördüncü Yıl ve Cennette Beşinci Yıl yazılarımı en baştan teker teker okudum, o yıllara geri gittim, sonra günümüze geldiğimizde ulaştığım noktayı daha bir iyi gözlemleme fırsatı buldum. Eğer beni ilk kez bu yazıyla tanıyorsanız anlatacaklarım eksik kalacaktır; Paris maceramı ve geçtiğim yolları daha iyi anlamak, beni yakından tanımak için diğer beş yazıyı da okumanızı öneririm. Ben okurken fark ettim ki Paris hâlâ bir cennet benim için. “Peki bu cennette altıncı yıl nasıl geçti?” diye soracak olursanız, laf aramızda uzun uzun yazmak yerine “çok çalıştım, çok da gezdim” diye özetleyebilirim 😉 Yine de detayları merak edip, Paris’te, daha doğrusu Fransa’da yaşamanın nasıl bir şey olduğu konusunda fikir edinmek isteyenlere uzun uzun yazacağım hiç merak etmeyin. Siz yeter ki okumak isteyin, ben yazmaktan hiç üşenmem 😉

Paris’te yaşamaya başladığım ilk yıl, yani 2012’de ne düşünüyorsam hâlâ aynı şeyi düşünüyorum. Fransa’da kendimi olabildiğince özgür hissediyorum. “Olabildiğince” diyorum, çünkü mutlak özgürlük olmadığını kavrayalı çok oldu. Dünyanın neresine gidersek gidelim, hangi sosyal katmandan olursak olalım, hepimizin boynunda bir tasma var ve mesele bu tasmanın boynunuzu sıkıp sıkmadığı ve ipinin yeterince uzun olup olmadığıyla ilgili… Hepimizin hayatları çevresel koşullarla ve egemen güçlerce kısıtlanmış durumda. Paris’te, daha doğrusu Fransa’da benim hissettiğim duyguyu ise “tasmam yeterince gevşek, ipim de yeterince uzun” şeklinde özetleyebilirim.

Cennette altıncı yıl olmasına rağmen hâlâ gözüm Paris’in güzelliğine alışmış değil. Alışmaktan kastım, bu güzelliklerin gözüme sıradan görünmeye başlaması olasılığı… Belki bir gün olacaktır ama öyle bir şey olmadı şimdiye dek. Ne zaman metrodan çıkıp Opéra Garnier‘yi karşımda görsem her seferinde büyüleniyor olmak beni çok mutlu ediyor. Mutlu oluyorum çünkü Paris’te yaşıyorum ve bu güzellikleri henüz kanıksamış değilim. Bir masala kapılmış gidiyorum, kendi dünyamda kendi masalımı yaşıyorum. Bazıları beni bencil olmakla suçluyor, mutlu hissetmek bencillikmiş… Doğup büyüdüğüm İstanbul’un değişip dönüşüp bir kaos halini alması karşısında yaşadıklarım, o sıkıntılı son İstanbul yıllarım kimsenin umrunda değil tabii. Mutsuzsanız sorun yok ama mutluluğu yakalamayı başarmışsanız bencil oluveriyorsunuz kimilerinin gözünde 😉 Paris’te tam altı yıldır sorunsuz ve huzurlu bir hayat sürdüğüm için rahatsız olanlardan çok özür dilerim…

Benim tek sıkıntım inanamayacağınız kadar çok çalışıyor olmak. O ilk yıllardaki aylaklık günlerimi inanın çok özlüyorum. Beni ilk kez bu yazıyla tanıyacak olanlar ne iş yaptığımı merak ediyorlardır haliyle: Hakkımda yazısında tüm detayları bulabilirsiniz ama özetle ben, sadece Pariste.Net’le ilgilenen bir blogger’ım, başka da bir işim yok; zaten başka bir iş yapmaya da vaktim yok. Zaten son iki yıldır yoğunluğum iyice artmıştı ama önce Youtube Kanalım Pariste.Net Tv‘nin yayın hayatına geçmesiyle bu yoğunluk üçe beşe katlandı. Zaten yoğunluktan şikayet ederken haftada bir gün çekim hazırlığı, bir gün çekim, bir gün de çekim sonrası yayına hazırlık çalışması derken vlogla ilgilenmekten, Pariste.Net’le ilgilenmek için bana gün kalmaz oldu.

Bu tempoya altı ay dayanabildim 🙂 Çekim stresiyle gece uykularım kaçmaya, sabahın dördünde uyanıp bilgisayar açıp çalışmaya başlayınca bu gidişin gidiş olmadığına karar verdim ve en azından video prodüksiyonlarına ara verip normal iş akışına dönmek konusunda ajansımla konuşup, en sonra şahane bir Louvre Müzesi Tanıtı Videosu hazırladıktan sonra anlaşmamızı karşılıklı olarak fesh etmeye karar verdik. Tüm bu sürecin sonunda, beni kamera karşısına geçmeye ikna eden ve kameralarla barışmamı sağlayan eski ajansım Megby Pulicité’nin kurucusu Şirin Hanım‘a çok çok teşekkür etmek istiyorum. Sayesinde ekran önünde kendime güvenmeyi öğrendim, birlikte çok güzel işler yaptık ve her şeyden önemlisi de çok güzel bir dost kazanmış oldum.

Tabii video prodüksiyonlarına ara vermek yeni Youtube videoları hazırlamayacağım anlamına gelmiyordu. Aksine, fırsat buldukça kendimi Paris sokaklarına atıp, Pariste.Net Tv üzerinden Youtube canlı yayın videoları yapmaya başladım. Zaten uzun süredir Instagram hesabım üzerinden Instalive canlı yayınları yapıyordum. Instalive müthiş eğlenceli bir şey; yüzlerce kişiyle birlikte canlı yayında, bazen on dakika, bazen bir saat boyunca Paris sokaklarında dolaşıyoruz, dolaşırken de hem sorulara yanıt vermeye çalışıyorum hem de güzel güzel sohbetler ediyoruz. Tabii bu canlı yayınların tek olumsuz tarafı 24 saat sonra uçup gitmesi. O yüzden Youtube canlı yayınlarına daha çok ağırlık vermem gerektiğinin farkındayım.

Bu canlı yayınlarda çok eğleniyoruz demiştim ya çok da güzel geri dönüşler alıyorum. Bir keresinde bir izleyici bana yukarıdaki fotoğrafını gönderdi. Dedi ki “Ahmet Bey, sizin instalive yayınınızı izledikten sonra tekrar izleyerek Google haritalar üzerinden de takip ediyorum, böylelikle çok daha iyi öğreniyorum Paris sokaklarını, bu benim iş yerinde en büyük hobim”… Sonra başka bir gün, uzun zamandır birbirimizi sosyal medyadan takip ettiğimiz sevgili Stitch_Lady aşağıdaki etamin işini yapıp Bursa’dan gönderiveriyor misal. İnsan mutlu oluyor; inanın çok mutlu oluyor.

Bir yandan eski yazıları güncelleyip bir yandan yeni yazılar için hazırlık yaparken, bir yandan da dört bir koldan yağmur gibi yağan sorulara yanıt vermeye çalışmakla geçiyor günlerim. Öylesine ilginç sorular alıyorum ki aklınız durur 🙂 Beni en çok şaşırtan sorulardan biri de Paris’te sperm bankası olup olmadığı yönündeydi. Öyle ilginç bir arka planı vardı ki bu sorunun, oturdum deli gibi Paris’te sprem bankası araştırması yaptım: Paris’te olacak, Eyfel’e kolayca ulaşılabilecek filan 🙂 Dedim ya çok ilginç, bir o kadar da uzun bir hikayesi var bu sorunun 😉 Daha neler neler…

2017 sonuna doğru Pariste.Net’in alt yapı yenileme çalışmalarına başlandı. Bu uzun ve zorlu süreçte bana her türlü teknik desteği veren sevgili IT uzmanı sevgili arkadaşım Rıza‘ya da buradan bir kez daha teşekkür edeyim izninizle. Ben Pariste.Net’in eski halinden memnundum gerçi ama o ısrarla yeni arayüze geçmek gerektiğini, dolayısıyla tüm altyapının baştan aşağı yenilenmek zorunda olduğunu söyledi. Bir süre sonra -çaresiz- kabul ettim; o günden sonra da aylar süren yoğun bir temponun içinde buldum kendimi 🙂 2018 başı itibariyle Pariste.Net’i yeni görünümüyle yayına sokmayı başardık ama arka planda çalışmalar devam ediyor. Pariste.Net’teki yaklaşık 4.000 fotoğraf tek tek elden geçiyorum, tüm yazıları en baştan revize ediyorum; binlerce linki kontrol edip yeniliyorum… Akıllı işi değil yani 🙂

Bir yandan da yeni yazılarla ve sosyal medyayla ilgilenmek gerekiyor haliyle. Tüm bu revizyon işlemleriyle uğraşırken, Mart 2018 başı itibariyle Pariste.Net’te 500. yazıyı yayınlama mutluluğunu da yaşadım. Artık gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki ben, tek bir şehri tanıtan, içinde 500 yazı bulunan, tüm yazıların 2018 itibariyle güncel olduğu, başka bir Türkçe gezi blogu olduğunu sanmıyorum. Eğer içinizde bilen varsa lütfen söyleyiversin ki ben de “Ahmet Bey, sayenizde Paris’i kimseye ihtiyaç duymadan, sanki siz yanımızdaymışsınız gibi gezdik, şimdi filanca şehri gezmek istiyoruz, acaba bildiğiniz, sizinki gibi bir blog var mı?” diye soranlara verecek bir yanıtım olsun…

Cennette altıncı yıl böylece dolarken işler güçler sadece bu kadar mı sanıyorsunuz? Aslında Vlog’la ilgilenmem gerek, bir de Paris Rehberi kitabı yazmak istiyorum, eh bir de Pariste.Net aplikasyonu projesi var kafamda ama sanki hiç başka işim yokmuş gibi, bunlardan ayrı, yepyeni bir projeye başlama kararı aldım: Pariste.Net in English! Evet, tahminlerime göre yıl sonuna kadar Pariste.Net’in İngilizce versiyonu yayına girecek. Tabii 500 yazının tamamını yetiştiremeyebilirim ama en az 100 yazıyla başlamayı planlıyorum. Zaten bunca alt yapı değişikliğinin nedeni de Pariste.Net’in İngilizce versiyonunu devreye sokabilmek içindi. Bakalım, gece gündüz çalışıp tamamlamaya çalışıyorum; kafayı yemezsem, sürmenaj filan geçirmezsem 🙂

“İş iş iş… Bu nasıl cennette altıncı yıl?” dediğinizi duyar gibiyim. Güzel şeyler elbette var da işte bu çektiğim çilelerden kimsenin haberi yok, herkes beni her gün Eyfel Kulesi‘ne karşı şampanya filan içiyorum sanıyor ya ben de fırsatını bulmuşken siz biraz ağlayayım dedim. Benim sizden başka kime nazım geçiyor? 🙂 Elbette şu son bir yıl sadece çalışarak geçmedi; bol bol da gezdik. Bu son bir yıl içinde nereleri gördük? İstanbul’a birkaç seyahat haricinde Fransa’da Etretat, Deauville & Trouville, Honfleur, Rouen, Saint Malo, Le Mont Saint Michel, Amboise, Blois, Saumur, Saint Jean de Luz, Bayonne, Biarritz, ve Lyon’un kimini ilk kez, kimilerini de ikinci ya da üçüncü kez gezme fırsatı buldum. Hepsini de birbirinden çok sevdim. Diyorum ya Fransa cennet gibi bir ülke.

Özellikle Loire Vadisi Şatoları Turu ve Bask Bölgesi gezisi unutulmazdı. Aslına bakarsanız Loire Vadisi’ne üçüncü gidişimdi ve öncelikli amacım, Loire Vadisi’nde gezilmeye değer 80 şatodan gezdiklerimi Pariste.Net’te yazı dizisi olarak hazırlamak için fotoğraf çekmek ve detaylı inceleme yapmaktı. Chambord Şatosu, Cheverny Şatosu, Blois Şatosu, Chenonceau Şatosu, Chaumont sur Loire Şatosu, Amboise Şatosu ve daha neler neler. Tatil dönüşü hepsini tek tek yayınlamaya başladım. Umarım zevkle okuyorsunuzdur.

Gezilerim sadece Fransa’yla sınırlı kalmadı elbette. Kim bilir kaçıncı kez Amsterdam‘a gittik ama bu kez arabayla… Yıllardır hayalini kurduğum, lale tarlalarını görme düşüm gerçekleşmiş oldu. Sonra yine ikinci kez Mykonos‘a gitme şansı yakaladım ve orada güzel bir hafta geçirdim. Bask Bölgesi gezimizde İspanya tarafına geçip San Sebastian ve Bilbao’yu da gördük, sonra başka bir gezide Madrid ve Cervantes’in doğduğu yer olan Alcala de Henares’i görme fırsatı buldum. Gezi açısından yine bereketli bir yıl oldu yani 😉

Aralık ayında doğmuş bir kış çocuğu olarak bu yıl yine doğum günümü sıcak bir memlekette kutlama şansına sahip oldum çok şükür: Küba’ya uçup Havana’da unutulmaz bir doğum günü haftası geçirdik. Gerçi daha önceki doğum günü gezim olan Martinik Adası – Karayipler gezi notlarımı yazmıştım ama daha bir önceki Rio de Janeiro gezimi yazmaya fırsat bulamadığım için Havana Notları’nı ne zaman toparlayıp yazabilirim bilemiyorum ama özetle şunu söyleyebilirim ki Havana benim hayatta görmeyi en son isteyeceğim yerlerden biriydi, hiç gitmeyi hayal etmemiştim ama güzel bir tatil geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Nedenini nasılını ilk fırsatta Havana Notları adı altında yayınlayacağım, söz… Hele şu elimdeki işler bitsin de 😉

Son bir yıl içinde bu kadar gezmiş biri olarak artık “çok çalışıyorum” dediğim zaman bana acımayacağınızdan korkuyorum ama yazının başında da dediğim gibi “cennette altıncı yıl içinde çok çalıştım, çok da gezdim”… Yani içinde bulunduğum durumu en güzel bu ifade özetler sanıyorum… Ayrıca bu son bir yıl içinde Artisans Dergi‘de bir Paris Sanat Rotası yazım, Mora Dergisi‘nde Paris’te Bir Gün yazım yayınlandı. Onun haricinde Sevgili Caner Ural’ın benimle yaptığı röportaj da gecce.com‘da yayınlandı.

Pariste.Net’in bilinirliği arttıkça benim de tanınırlığım -hiç istemediğim halde- doğru orantılı olarak arttı. Oysa ben Pariste.Net’i herkes bilsin ama beni o kadar bilmelerine gerek yok diye çıkmıştım yola dört yıl önce Pariste.Net’i ilk yazmaya başladığımda ama artık Paris’te neredeyse her gün birileri beni tanıyıp selam veriyor yolda yürürken. Bazen metroda denk geliyorum güzel insanlara, bazen Champs Elysées‘de canlı yayın yaparken selamlaşıyoruz; çok eğlenceli oluyor. Hiç unutmam bir keresinde, Trocadéro‘dan Eyfel Kulesi‘ne doğru instalive canlı yayınında yürüyorduk, Eyfel Kulesi’nin birinci katından canlı yayını izlediğini söyleyen bir izleyici ta yukarıdan el salladı bana, karşılıklı selamlaştık; çok eğlenceli bir andı.

Ama hiç unutamayacağım bir diğer anı da, İstanbul’a gizli gidişlerimden birinde yine grip olmuştum (evet, eşime dostuma aileme yetişemezken insanların görüşme taleplerini, yoğunluk nedeniyle zorunluluktan geri çevirdikçe, üzülmekten yorulduğum için bazen İstanbul’a gizlice gittiğim oluyor). İstanbul’da -her zamanki gibi- her gün en az üç randevum olduğu için de oradan oraya koşturuyordum. Şifayı kapmışım, hava buz gibi, kafamda bere, hastalıktan kamburum çıkmış, ne alakaysa, hiç yolumun düşmeyeceği İncirli’de, metrobüs üst geçidince bitap bir şekilde yürürken birden biri “Ahmet Bey!” seslenmesin mi? Şaşırıp selam vermeden önce elimde olmadan “Beni bu halimle nasıl tanıdınız? Üstelik İstanbul’da olduğumu da bile bilmiyor kimse, vallahi bravo” dediğimi hatırlıyorum. Hayatımda en çok şaşırdığım, en çok mutlu olduğum anlardan biridir; şu an adını hatırlayamadığım o güzel yürekli insana da çok teşekkür ederim.

Cennette altıncı yıl bitti, İstanbul’u özlüyor muyum? Geçtiğimiz beş yıl içinde kesin bir dille “hayır” diyordum ama bu yıl, özlemek değil de nasıl desem, yılın uzun bir bölümünü Paris’te, kısa da olsa bir bölümünü İstanbul’da geçirme gibi bir hayal kurmaya başladığımı itiraf etmeliyim. Parada pulda gözüm yok der dururum ama hangi boyutta “zengin” olmak isterdim biliyor musunuz: İstanbul’da şu an kirada olan Pembe Ev’imizden kiracı çıksın, o evi eski şekliyle döşeyeyim, İstanbul’a her gidişimizde o evde kalalım, biz yokken Pembe Ev bizi beklesin. Bu kadar zengin olmak yeterli benim için. Yoksa abartacak olursak maddi zenginlik sınırım şu şekildedir: O kadar çok param olsun ki Yapı Kredi’yi satın alayım, sonra Yapı Kredi’nin sahip olduğu, benim de hayatta en sevdiğim heykel olan Akdeniz Heykeli‘ni alıp evimin bahçesine koyayım, parayla pulla işim olmadığı için de bankanın tüm iştiraklerini eşe dosta dağıtıp Akdeniz Heykeli’ne sahip olamanın hazzını yaşayayım. Başka da bir şeycikler istemem 🙂

Cennette altıncı yıl diyip duruyorum ama Paris sadece cennet mi, hiç mi mutsuz günüm olmadı? Bu kez oldu… 2017 sonuna doğru, babam İstanbul’da ani bir rahatsızlık geçirip de onu görmeye gitmek üzereyken oturduğum bir kafede çantam, macbook’um ve içinde oturum kartımın olduğu cüzdanım çalındı! Bilmem kaç bin euro’luk zararı sineye çektim ama oturum kartım çalındığı için o hafta sonu Türkiye’ye gidip gidemeyeceğim o kadar belirsizdi ki, o bir haftayı mide ağrılarıyla geçirdim. Oluyor yani, hep söylediğim gibi Cennet Paris’in yanında Öteki Paris de var. Bu tür hırsızlık olayları karşısında yapılması gerekenleri daha önce bu linkteki yazımda yazmıştım biliyorsunuz. Giden gidiyor, hiçbir şey bulunamıyor… Cana geleceğine mala gelsin diyerek bir şekilde sineye çekiyorsunuz gideni ama Avrupa Birliği üyesi bir ülkenin vatandaşı olmayınca ve oturum kartınızı kaybedince, bu bürokratik işlemler o kadar hayattan bezdirici ki… Neyse ki son anda işler halloldu ve ben İstanbul’a gidip babamı görebildim… Ama artık “Paris’te mutsuz tek bir günüm olmadı” cümlesini kuramıyorum; oldu çünkü 🙂

Madem buraya kadar okudunuz, o zaman hayatımla ilgili güzel bir gelişmeyi daha bilmeye hakkınız var: Cennette altıncı yıl bana Fransız vatandaşlığı hakkını kazandırdı… Evet artık hem Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı hem de Fransa Cumhuriyeti vatandaşıyım. Bu cümleyi yazması da okuması da ne kadar kolay değil mi? Oysa 7-8 yıllık bir projenin adım adım gerçekleşmesi bu. Nasıl uğraşıldı, nasıl emekler verildi, hangi aşamalardan geçildi bir bilseniz. Bu konuda sorularınız olacağını tahmin ediyorum; tüm bildiklerimi “Yurt Dışına Nasıl yerleşilir?” yazımda anlatmaya çalıştım. Ben de o yazıda yazdığım seçenekler üzerinden ilerledim ve mutlu sona ulaştım. Geçtiğimiz beş yılda zaten kendimi yeterince özgür hissediyordum, cennette altıncı yılda artık tamamen özgürüm.

İşte böyleyken böyle… Cennette altıncı yıl böyle bitti bakalım seneye cennette yedinci yıl yazısını yazabilecek miyiz; Paris cennet olarak kalmaya, bana öyle görünmeye devam edecek mi? Bakalım hayat neler gösterecek. Ben yine çalışmaya ve gezmeye devam… Bilemiyorum, belki bir kapı daha açılır ve bir süreliğine başka  bir ülkede yaşarım, belli mi olur. Olmazsa da kalacağım yer Paris zaten, daha ne olsun? Bir ayağım da İstanbul’da… Çalışmaya da gezmeye de devam. Bir de hiç bitmeyen şu rejim meselesi var 🙂 Artık en sevdiğim şey olan patates kızartmasını bile ağzıma sürmüyorum neredeyse. Spora devam… Gerçi gittiğimiz pilates stüdyosunu bıraktık, artık her gün evde düzenli olarak kendim pilates yapıyorum, kendi kararımı buldum, kendi vücudumu dinliyorum.

Zaten Paris’te en çok kendimi dinliyorum, kendimle olmayı seviyorum. İstediğim zaman kendimle, istediğim zaman sevdiklerimle; tercih edilmiş yalnızlıklar, tercih edilmiş eş dost ortamları. Her şey yağ gibi akıp gidiyor altı yıldır. Önümüzdeki bir yıl da akıp gitsin böyle; fazlasında gözüm yok…

Hepinize ilginiz ve desteğiniz için çok teşekkür ederim.

Aşkla, mutlulukla, sevgiyle…

Ahmet Ore: