X

Cennette Beşinci Yıl

Bu kez Paris’te beşinci yıl kutlama yazısıyla karşınızdayım. Yani beş yıl önce bugün Paris’e yaşamak üzere geldiğim gündü. Her yıl olduğu gibi bu yıl da geçtiğimiz bir yılın genel durum değerlendirmesini yapmak; ne umduğumu ne bulduğumu, Paris hakkında neler düşündüğümü, neler olup bittiğini sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu yazıda paylaştıklarım kendi hayatımın bir gözden geçirmesi olacak belki ama bir o kadar da sizin için de “Paris’te Yaşamak” konusunda yol gösterici olacaktır diye düşünüyorum.

Bu yazıya başlamadan önce, bugüne kadarki her yıldönümünde yazdığım Cennette Bir Yıl, Cennette İkinci Yıl, Cennette Üçüncü Yıl ve Cennette Dördüncü Yıl yazılarımı en baştan başlayarak, sırasıyla yeniden okudum. Çok özet olarak, görüyorum ki Paris’e ilk yerleştiğim zamanlar ve geçen yıllar içinde ne düşünüyorsam, bugün hâlâ öyle düşünüyorum: Burası bir cennet… Ben beş yıl önce öldüm ve tam beş yıldır bu cennette yaşıyorum.

Etkileşimde bulunduğum kimi insanlar benim düşündüğümün aksini düşünüyor olabilir ama ben bu konuda fikrimi değiştirmiş değilim. Fransa’da yaşıyor olmanın nimetlerinden sonuna kadar yararlanıyorum ve bunu hak etmek için de elimden geleni yapıyorum. Çünkü insan olmanın kriterleri ortak: Çalmayacaksın, yalan söylemeyeceksin, kimseye zarar vermeyeceksin, başkalarına karşı saygılı olacaksın, düşünce özgürlüğünün değerini bileceksin. Bundan sonrası da hayatı güzelleştirmek için:

Bol bol okuyacaksın, sanatı hayatında önemli bir yere konumlandıracaksın, çok kültürlülüğe değer vereceksin, etik ve estetik değerleri el üstünde tutacaksın, insanlara din, dil, ırk, cinsiyet farkı gözetmeksizin saygıyla yaklaşacaksın, hayattaki tek doğrunun senin doğrun olamayabileceğini göz önünde bulunduracaksın diye bu liste uzar gider. Hepimizin bildiği ama çoğu zaman yaşam koşuşturmacası içinde ıskaladığımız bu ortak değerlere göre yaşamınızı şekillendirdiğiniz zaman, dünyanın neresinde olursanız olun zaten belirli bir eşiği aşmış oluyorsunuz ve hayat önünüze tüm zenginliğiyle seriliveriyor; size de onu hakkıyla yaşamak düşüyor; elbette ki aldığınız her nefesin hakkını vererek.

Ben Paris’e yıllar önce turist olarak geldiğim ilk gün de, bugün Paris’teki beşinci yılımı tamamladığım anda da her zaman kendimi iyi hissettim. Yaşamla barışmayı öğreneli zaten çok olmuştu, kendimle barışmayı öğrenip, bir de başkalarıyla uzlaşmanın yolunu öğrenince üzerine, her şey yağ gibi akıp gitmeye başladı. Benim aldığım eğitim, görgü, terbiye Paris’te hâlâ geçer akçe olunca, o zaman çok da fazla zorlanmıyor insan. Kendiyle barışık, dünyayla barışık, huzur içinde yaşayıp gidiyor.

Benim anahtar kelimem, Paris’te beş yıl önce olduğu gibi bugün de “huzur“. Paris onca kalabalığına, onca karmaşık etnisiteye, onca turiste rağmen huzur dolu bir yer benim için. Sokağa adımımı attığım an böyle hissediyorum. Evim zaten İstanbul’daki hayatımda da huzurun kalesiydi ama İstanbul’da, özellikle son yıllarımda sokağa çıktığım anda bu huzur -çok az kalan gizli saklı köşeler hariç- uçup gidiyordu. Paris’teyse nefes almak için çok daha geniş bir alanım var, ben de ciğerlerime kadar çekip yaşadığımı hissetmekten hiçbir zaman vazgeçmiyorum.

Paris’te bunca yıl yaşayıp da her şeyin bu kadar yolunda olması pek çok kişiye inandırıcı gelmiyor olabilir. Artık kimseyi inandırmak gibi bir derdim de yok. Paris’le diyaloğu daha uzun ya da daha yoğun sürmüş kişilerin yaşadığı olumsuz deneyimler benim kapımı çalmadı bugüne dek. Hâlâ bu şehirde yalnızlık duygusunu tatmış değilim. İstediğim zaman kendimle baş başa kalabilmeyi, istediğim zaman değer verdiğim insanlarla bir araya gelebilmeyi seviyorum. Burada çok değerli olduğunu düşündüğüm insanlarla kurulu bir çevrem var artık.

Doğup büyüdüğüm İstanbul’da, yıllar yıllar boyunca inşa ettiğim dostlukları da koruyup kolluyorum elbette. Her 3-4 ayda bir eşimi-dostumu ve tabii ki ailemi görmek için İstanbul’a gitmeyi de ihmal etmiyorum. Ama inanın bu gidişler sadece o sevdiğim insanları görmek için; yoksa benim bunca zamandır İstanbul’a dair özlediğim bir şey olmadı. İstanbul’u özlemiyorum demiyorum; benim özlediğim İstanbul artık olmayan bir İstanbul, o nedenle şu anki İstanbul’u görmemin hayatıma artı bir değer katması mümkün değil diyorum. Yani bu anlamda, benim içinde bulunduğum durum daha acıklı…

Paris’e aşık değilim; benim aşık olduğum tek şehir İstanbul‘dur. Ne var ki şu anki İstanbul benim içinde doğup büyüdüğüm İstanbul değil. Nasıl desem, hâlâ deliler gibi sevdiğim halde, artık şiddetli geçimsizlik nedeniyle ayrı yaşamak zorunda kaldığım ilk ve tek aşkım gibi İstanbul. Büyük konuşmak doğru değil ama sanki artık bir daha bir araya da gelemezmişiz gibi geliyor ve bu da bana elbette ki acı veriyor. Bu anlamda Paris benim yeni aşkım değil, İstanbul’u unutturmak için koynunda avutan sevgilim. Zamanla aşık olabilir miyim, bilmiyorum. Belki de “insan hayatında sadece bir kere aşık olur” diye düşünen aşırı romantiklerdenim.

Benim İstanbul’umun artık olmadığını ve olamayacağını kabullendikten sonra Paris’te yaşamak daha bir kolaylaştı. Zaten buraya beş yıl önce kendi rızamla gelmiştim. Hikayemin önceki kısmını okuyanlar bilirler; hedefim doğrudan Paris değildi, bir çeşit “kaderin ağlarını örmesi sonucu” kendimi Paris’te bulmuştum ama İstanbul’dan ayrılıp başka bir ülkede yaşamak tamamen benim tercihimdi. Elbette ki bu kararı güle oynaya almadım. Ben de isterdim doğup büyüdüğüm şehirde hayat benim terbiyesini aldığım inceliğiyle devam etsin ama o İstanbul değişti, dönüştü, artık benim yaşayamayacağım bir hal aldı ve ben de yıllar önce böyle bir karar alıp tam beş yıl önce Paris’e adım attım. Dedim ya bu hikayenin detayları önceki yazılarımda var.

Peki neler oldu son bir yıl içinde; daha iyiye ya da daha kötüye giden neler var? Öncelikle Pariste.Net zamanımın çoğunu, hatta neredeyse tamamını almaya başladı. Bu hem iyi, hem de kötü bir şey. İyi bir şey, çünkü çok geniş bir kitleye ulaşıyor ve Paris’e gelecek olup internette araştırma yapan herkesin başvurduğu ilk kaynak olmayı başardım. Bundan da büyük mutluluk duyuyorum ama yazacak konular bitmediği için sürekli olarak yeni yazılar yazıyorum. Son bir yıl içinde 90 yazı yazmışım, toplamda 450’yi geçmişim. Düşünebiliyor musunuz, Paris üzerine yazılmış tam 450 yazı! Artık sadece turistlerin değil tur rehberlerinin de okuduğu bir blog oluşturmayı başardığımı fark ediyorum. Bu çok güzel bir duygu.

Yazmakla da kalmıyorum, bir de bunların güncellenmesi var. Mart 2017 itibariyle tüm yazılarımı tek tek gözden geçirdim ve güncellenmesi gereken 400 dolayında yazıyı linkleriyle, fotoğraflarıyla güncelledim. Yani Pariste.Net’teki bunca yazının son güncellenme tarihi Mart 2017! Her ay da pek çok yazıyı düzenli olarak güncellemeye devam edeceğime göre nasıl bir iş yükü altına girdiğimi siz hesap edin. Eh bir de gelen sayısız e-posta yanında Facebook, Twitter ve Instagram üzerinden gelen sorular var. Hepsine tek tek yanıt vermeye çalışıyorum ama bazen bu yanıtları verebilmek için bir tam günümü harcadığımı biliyorum 🙂 O kadar güzel geri dönüşler alıyorum ki, bu bana her zaman güç veriyor; bazen yorgunluk hissettiğim anlarda böylesi mesajlarla ve yorumlarla silkelenip kendime geliyorum. O yüzden her yorumunuz, görüş ve öneriniz benim için değerli. Buradan bir kere daha teşekkür ediyorum.

Ben mevcut duruma yetişemezken 2016 yazı itibariyle Megby Publicité bana ulaştı ve benimle tanışmak istediklerini söylediler. Bir gün belirleyip buluştuk ve ajansın sahibesi, dünyalar tatlısı Şirin Hanım’la tanışınca hayatımın çizgisi bir kere daha değişti. Kendisi o kadar ama o kadar çalışkan bir insan ki, benim Paris’te kendime ördüğüm sakin ve mutlu kozayı delerek kelebeğe dönüşmem için benimle yol almak istediğini söyledi. O böyle demedi tabii de ben böyle anladım. Şu an içinde bulunduğum, beni deliler gibi çalışmaya meylettiren kişi Megby’nin sahibesi Şirin Hanım’dır, sakin sepenek hayatımın çarkına çomak sokan bizzat kendisidir 🙂

Megby sayesinde çok nazlandığım “Pariste.Net TV Vlog Projesi“ni birlikte hayata geçirdik. Başta çok ayak diredim; fotoğraf çektirmeyi çok sevsem de kamera önünde “film çevirmeyi” hiç sevmediğimi defalarca söyledim ama ısrarla beni kamera önüne çıkardılar ve başladık Paris üzerine videolar yapmaya. Yani bunca zaman Pariste.Net’teki yazılarımla yapmaya çalıştığım şeyi bu kez Pariste.Net TV ile Youtube üzerinde yapacaktık. Bu hiç de göründüğü kadar kolay bir iş değil inanın. Arkasında nasıl bir emek var, nasıl uğraş gerektiriyor… Benim mızmızlık yapmaya çalıştığım zamanlarda Şirin Hanım motive etti hep, görünen o ki böyle de devam edecek. Siz Youtube kanalımdan bir bakın isterseniz, bir izleyiverin videolarımı, kanala abone olup bir de beğendiklerinizi sosyal medya hesaplarında paylaştınız mı benden mutlusu yok.

Örneğin yukarıdaki videomu bir izleyin isterseniz. Bu video “Benim Paris’im“i anlatıyor. Tüm videolar Türkçe olmasına rağmen bu videoda herhangi bir dil kullanmak istemedim; düşündüm ki dünyanın dört bir köşesinden insanlar izlediklerinde benim Paris’im nasılmış anlasınlar. Siz de dünyanın bir köşesinde olduğunuza göre izleyip değerlendirmeniz benim için önemli.

Benim Paris’im neden cennet daha bir anlaşılacaktır sanıyorum.Tabii bu Vlog işini kabul edince, zaten yoğun olan iş tempom birden katlanarak arttı! Haftada en az bir gün çekim, en az bir gün de montaj için ajansa gitmem gerekti ve tüm günüm kapalı bir ofis ortamında geçmeye başladı 🙂 Çoğu zaman kendi kendime “Allah’ım benim burada ne işim var?” deyip duruyorum ama yaptığımız videoların, tıpkı Pariste.Net’teki yazılar gibi insanların Paris gezilerini kolaylaştırıcı ve bir o kadar da güzelleştirici olduğunu düşündükçe kendi kendime “devam” diyorum. Sizlerden gelen geri dönüşler böyle güzel olduğu sürece de bu projeye tüm hızıyla devam edeceğim. Yani bir süre daha beni deli gibi bir çalışma temposu bekliyor…

2016 yazının en güzel yanlarından biri Paris çevresinde görmeyi istediğim, blog yazısı için tekrar gezip fotoğraflamayı hayal ettiğim Fontainebleau Şatosu, Vaux le Vicomte Şatosu, Chantilly Şatosu, Pierrefonds Şatosu, Compiègne Şatosu, La Roche Guyon Şatosu, Malmaison Şatosu gibi birbirinden güzel şatoları, Monet’nin Evi‘nin bulunduğu Giverny, Fontainebleau yakınlarındaki ressamlar köyü Barbizon gibi birbirinden güzel yerleri gezmek oldu. Şimdilik toplam 12 şato yazım olduğuna göre neredeyse her hafta sonunu bir şatoda geçirmek de benim cennet Paris’imi daha bir cennet yaptı. Sonra bunları oturup yazıya dökmenin çilesini ise saymıyorum; varsın insanlar beni “keyif keka, iş yok güç yok, gezip duruyor” diye bilsin 🙂

Yalan yok, elbette gezip tozuyorum da 🙂 Son bir yıl içerisinde İstanbul‘a birkaç kez gittim ama bunun yanında, AmsterdamBerlin, Barcelona, Valencia, Granada, Ronda, Sevilla, Cordoba, Toledo, Madrid, Düsseldorf, Mönchengladbach, Hamburg, Bodrum, Lizbon, Amiens, Viyana ve Rio de Janeiro da gezdiğim yerler arasında oldu. Hepsi birbirinden güzel geçti ama içlerinde Endülüs tatili ve Rio unutulmazdı.

Malum, doğum gününü hep kışın kutlayan biri olarak 10 Aralık’ta deniz-kum-güneş olarak kutlama gibi bir hayalim vardı ve önceki yıl Martinique tatili ile bu hayalimi gerçekleştirmiştim. Bu doğum günümde de Rio de Janeiro’ya giderek hayalimin gerçekleşmesi katmerlendi. Bu nedenle ne kadar şanslı olduğumun farkındayım ve inanın bunun kadrini kıymetini çok iyi biliyorum.

Örneğin Rio de Janeiro tatil fotoğraflarımı kişisel instagram hesabımda paylaştığımda, tanımadığım birkaç kişi mayo giydiğim için beni eleştirdiler 🙂 İşte o zaman artık Türkiye’de yaşamadığım için neden mutlu olduğumu bir kere daha hatırladım. Rio sahillerinde, Fransa sahillerinde olduğu gibi neredeyse herkes mayoyla denize giriyordu; yani insanlar istedikleri gibi giyinip, rahat ettikleri gibi soyunuyorlardı ve bu kimseyi ilgilendirmiyordu. İnsanları rahat bırakmak esas; kendini rahat hissetmek. Diyorum ya cennet sadece yeşillikle mavilikle ilgili bir şey değil; özgürlük en güzel cennet…

Aslında Martinique tatilimi olduğu gibi Rio de Janeiro tatilimi de kaleme almalıydım ama bu kez gerçekten vakit bulamadım. Zaten onca gezdiğim yer var ama daha Pariste.Net’te yapacağım yeniliklerin tamamını yapmak için vakit bulamamışken -şimdilik- başka şehirlere yönelip dağılmayı çok düşünmüyorum ama bu yıl 500. yazıyı yayınladıktan sonra belki diğer şehirleri yazmaya başlayabilirim. Fransa’nın birbirinden güzel şehirlerini yazmak istiyorum önce, sonra da Avrupa’da en çok sevdiğim on şehir belki? Durun bakalım, her şey zamanla.

Geçtiğimiz bir yıl içinde beni en çok mutlu eden şeylerden biri de, bir tanesi D Medya Magazin, bir tanesi de Marquette olmak üzere, iki ayrı derginin benimle röportaj yapmak istemesiydi. Bu iki ayrı röportaj iki ayrı dergide yayınlanınca oldukça mutlu oldum. Bu arda Pariste.Net’in toplam okunma sayısı iki buçuk milyonu geçti, Vlog da yüzümün daha bilinir olmasına katkıda bulundu. Paris’i gezmeye gelenlerin sokaklarda beni tanıyarak durdurarak selam vermesi daha sık rastlanır bir durum olmaya başladı. Eh bir de sağ olsunlar insanlar buluşup kahve içip sohbet etmek de istiyorlar ama yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi gerçekten öyle bir zaman bulamadığım için biraz üzgünüm. Ben de isterim herkese ayrı ayrı vakit ayırayım, güzel güzel sohbet edelim ama bu çok mümkün görünmüyor.

Böyle eğlenceli fotoğraflar çektiriyorum ama henüz yolun çok başında olduğumun farkındayım. Daha kat etmem gereken çoook mesafe var. Bu işler hiç kolay değil. İlk başladığım zaman da bu kadar zor olacağını hiç düşünmemiştim. Zorluğu işin zorluğundan değil, zamanın kısıtlı olmasından, insan ömründe bir günde sadece 24 saat olmasından. Yoksa gücümden ve enerjimden bir şey kaybetmiş değilim; bazı günler on saat bilgisayar başında geçirdiğim oluyor. Bazen de elime cep telefonu bile almadan saatlerce Paris sokaklarında dolaşıyorum ama ilk yıllarımda olduğu kadar rastgele trenlere atlayıp, rastgele uzak yerlere gidemediğimi de itiraf etmem gerek.

Türkçe bir blog yapmanın olumsuz yönlerinden biri de Paris’teki hayatımda Türkçenin çok ağırlık kazanması oldu. Bu anlamda, bir bakıma şanslıyım, kendimi kendi dilimde çok rahat ifade edebilme şansını yakalamış oldum ama bu kez de özene bezene bir yerlere getirdiğim Fransızcam istediğim hızda ilerlemiyor. Evet Fransız arkadaşlarımla exchange buluşmalarıma düzenli olarak devam ediyorum, evet Fransızca kitapları sözlüksüz okuyabiliyorum, film izlemede sıkıntı yok ama Türkçedeki yazma yeteneğim kadar Fransızca yazıp kendimi ifade etme konusunda hâlâ istediğim noktada değilim. Bunun için Türkçeden uzak kalmam gerekiyor ama o zaman da Pariste.Net’e vakit ayıramam. Bakalım, bulacağız bir orta yolunu 🙂

Her ne kadar ben başka bir ülkede belli bir süre kendi rızamla yaşama kararı almış biri olsam da ufak ufak kendimi “gurbetçi” gibi hissetmeye başlamadım dersem yalan olur 🙂 Öyle ki, her ne kadar Paris’te expat kıvamında, buranın nimetlerinden yararlanan biri olarak güzel bir hayatım olsa da gerçek anlamda Fransız olarak kabul edilmeyeceğimi bildiğim için kendimi bu anlamda misafir gibi görüyorum. Eh, Türkiye’de yaşamak eskisi kadar aşkla yapabileceğim bir şeymiş gibi de görünmüyor artık; hal böyle olunca, dediğim gibi kendimi “gurbetçi” gibi hissetmeye başladım sanki. Bu konudaki fikrim henüz net değil ama içimdeki karışık hisler şu an için böyle.

Nasıl ki Türkiye’ye yerleşen bir “yabancı” hiçbir zaman oranın yerlisi olarak kabul edilmeyecekse, en fazla hoşgörüyle kabul edilen bir “yabancı” olarak kalacaksa, burada da aynı şey söz konusu. Gerçi benim yaşam standartlarım nedeniyle hiçbir zaman kendimi bir yabancı olarak hissettirecek bir durumla karşılaşmadım ama ülkelerin son dönemde içine girdiği nasyonalist akımlar nedeniyle her şeyin bir anda değişiverebileceğinin de farkındayım. O halde gelin biraz da Paris’te yaşamanın dezavantajlarından, benim gözümdeki bazı olumsuzluklardan söz edelim:

Bir kere, dünyanın her yerinde olduğu gibi Paris’te çalışmak da kötü bir şey 🙂 İstediğiniz kadar güzel bir işiniz olsun, yaşamak için para kazanmaya ihtiyacınız varsa, statünüz ve geliriniz ne olursa olsun siz patron değil işçisiniz 🙂 Eh, sonuçta ben de paşa torunu olmadığıma göre, bu “çalışmak zorunda olmak” fikri hiç hoş bir duygu değil ama en azından yaptığım işin, birilerinin hayatını güzelleştiriyor ve kolaylaştırıyor olması; özellikle de manevi iş tatmini pek çok zorluğun üstesinden gelmenizi sağlıyor. Expat olursanız derdiniz başka, benim gibi kendi işinizi kurarsanız onun derdi başka. Eh şu an için başka bir yol görünmediğine göre seve seve işimize gücümüze devam etmemiz gerekiyor 🙂

Özellikle Pariste.Net Tv nedeniyle sık sık ajansa gitmem gerektiğinden ve geç saatlere kadar ofiste çalışmamı gerektiren durumlar olduğundan arabamı garajdan daha sık çıkartır oldum. Oysa eskiden sadece toplu taşıma kullanan, bundan dolayı da çok mutlu olan biriydim ama ajans Paris’in kuzey doğusunda olduğu için oraya arabayla gitmem gerekiyor. Eğer Paris ve çevresinde araba kullanmanız gerekiyorsa çok da keyif almayacağınızı söylemeliyim. Ben eskiden Avrupalıların kurallara çok daha uyduğunu düşünürdüm ama öyle değil maalesef 🙂 Dolayısıyla Paris’te araba kullanmak hayatın tadını kaçıran şeylerden biri. Bence en güzeli toplu taşıma kullanmak, aslına bakarsanız en güzeli yürümek, yürümek yürümek…

Paris’in dışına doğru çıkıp doğu taraflarında ilerledikçe benim Cennet Paris‘imin izleri yavaş yavaş kayboluyor. Elbette güzel yerler orada da var ama özellikle yoğun göç ve entegre olamamış göçmen grubunun ağırlıkta olduğu bölgelerde yaşam kalitesi açısından pek sevimli görüntülerle karşılaşmayacağınız bir gerçek. Zaten buraları gördükten sonra Paris’in Öteki Yüzü yazımı da güncellemek zorunda kaldım. Benim Paris’im eskiden daha pürüzsüz bir yerdi ama Paris’in doğu yakasını keşfettikçe defolu yüzü gözüme daha çok görünür oldu, bunu inkar edemem.

Paris’te ağzımın tadını kaçıran bir başka gelişme de La Défense‘taki evimin önündeki bulvarın RER-E uzatma çalışmaları nedeniyle bir şantiyeye dönüşmesi oldu… Neyse ki evin önünde altıncı kata kadar olan ağaçlar aynen duruyor ama bulvarın ortasındaki yemyeşil parkı yok ettiler, devasa ağaçları da kestiler; evet, ben de inanamadım ama yirmi metre boyundaki dev at kestanesi ağaçlarını acımadan kestiler… Hal böyle olunca La Défense‘tan bizim eve giden yürüme yolu eskisi gibi cennet bahçesi kıvamında değil. Yine güzel belki ama bulvarın ortası dediğim gibi bir şantiye oldu. Grand Paris Projesi kapsamında RER-E‘nin Saint Lazare Garı‘nda son bulan / başlayan hattı La Défense‘tan geçecek biçimde uzatılıyor. Tabii bu bizim evin değerinin artması bakımından önemli ama her şey para değil. Ne güzel bir hayatımız vardı bizim, şimdi birkaç yıl inşaat var gibi görünüyor. Yine de evden çıkınca başımı göğe kaldırdığımda ağacın göğe uzanan dalları selamlamaya devam edebiliyorum; bakalım, gerisini zaman gösterecek.

Bugüne kadar hep “şu kadar zamandır Paris’te yaşıyorum, bir kere bile canımı sıkan bir şey olmadı” diyordum ama itiraf etmem gerekir ki bu can sıkıntısı duygusunu geçtiğimiz bir yıl içinde özellikle Türkiye’de yaşanan ve peşpeşe meydana gelen terör olayları nedeniyle çok sık ve yoğun bir şekilde yaşadım. En son 2017’ye Viyana’da girerken, yılbaşı gecesi İstanbul’da yapılan saldırıda, cidden kolum kanadım kırılmış gibi hissettim ve o an 2017’ye dair umutlarımı yitirdim. Zaten Fransa’da ve dünyanın çeşitli şehirlerinde de pek çok terör olayı yaşandı ve bu olay her şeyin üzerine tuz biber ekti. Ben de bir süre sosyal medyadan uzak kalıp zihnimi arındırmak istedim ve tam on beş gün blog haricinde hiçbir şeyle ilgilenmeden temizlenmeye çalıştım. Gerçekten zor bir süreçti benim için. Şimdi bir sonraki büyük bir saldırıya kadar her şey yolundaymış gibi yaşayıp gidiyoruz işte…

Kendi hayatımda, kendi iç dünyamda her şey yolunda. Bunun için mutlu mu olmalıyım, suçluluk mu duymalıyım bilemiyorum ama bu hayatın bir kerelik olduğunun da farkındayım. O nedenle üzüntüyle, kendime bir şeyleri dert ederek geçirmek istemiyorum. Benim çocukluğum televizyonda her akşam “bu akşam filanca kahvehane tarandı, şu kadar kişi öldü” haberlerini seyrederek geçti. Çok korkardım bu haberleri izlerken. Bu yaşa geldim, değişen çok bir şey yok. Ölüm ne zaman nerede karşımıza çıkacak bilemiyorum ama ben bu dünyanın hakkını vermek için elimden geleni yapmak niyetindeyim. Başkalarının hayatını güzelleştirmek içinse elimden gelen şimdilik bu: Pariste.Net’le sadece Paris’e gelecek olanların değil, burada yaşayanların da hayatlarına renk katmaya, yararlı bilgilerle onların yaşamını kolaylaştırmaya çalışıyorum.

Yolu hiç Paris’e düşmeyeceği halde Paris’i sevenlerin de yaşamını güzelleştirmek niyetim. O kadar çok kişiye bir tür gönüllü coaching hizmeti verdim ki. Aldığım soruların haddi hesabı yok. İnsanlara moral verip onların hayata tutunmaları için elimden ne geliyorsa yapıyorum. Dediğim gibi bu dünya bir kerelik ve yaşam hakkımız çok değerli. Ölümü kutsayan hiçbir sistemi yüceltmemeyi öğreneli çok oldu. Kutsal olan yaşam hakkımız çünkü.

Ben de böyle, bu cennet şehirde, kendi payıma düşeni yaşıyorum işte. Önümüzdeki bir yıl içinde hedefim, kafamdaki 500 yazıyı tamamlamak, geçmiş yazıların hepsini güncel tutmak, birbirinden güzel en az 50, en çok 100 Paris videosu hazırlamak. İş dışında kendime daha çok zaman ayırmak, Paris’teki ilk aylaklık günlerimdeki gibi avare avare gezebileceğim ortamlar yaratmak gibi bir önceliğim de var, bakalım, becerebilirsem 🙂 Bir de bu yıl içinde kendime bir iyilik yaparak pilatese başladım, inanın ilaç gibi geldi…

Önümüzdeki dönemde bol bol seyahat planlıyorum yine elbette ama sırf gezmek için değil, her gezdiğim yerin beni değiştirip dönüştürdüğünü, ruhumu güzelleştirdiğini bilerek çıkmak için yola hep. Her zaman doğru yol arkadaşıyla olmak, kimseyi kırıp incitmemek, hayatı kolaylaştırıcı ve güzelleştirici olmak da tüm ömrümün hedefi zaten.

Seneye Cennette Altıncı Yıl yazısı hazırlar mıyım bilmiyorum. Benim için ilk beş yıl çok önemliydi ve bu beş yılı alnımın akıyla tamamladım. Ölsem de gam yemem artık 🙂 Eğer yol gösterici oluyorsa bu yıllık genel durum değerlendirmeleri, seneye yine yazarım hayat izin verirse. Biz yolumuzda güzel güzel ilerlemeyi hedefleyelim de.

Bunca zaman Paris’te yaşadığım şeylerin bir günü için bile bir ömür feda edebilirim özetle. O kadar güzel, o kadar keyifli günlerim oldu ki her daim kendimi insan gibi hissettim bu şehirde.

Nice güzel günler dileğiyle.

Hayat sana teşekkür ederim

Sevgiyle…

 

 

 

Ahmet Ore: