X

Mini Amsterdam Rehberi

(Son Güncelleme: 01.04.2024) Bu yazıda ipin ucunu biraz kaçırıyor, hep birlikte Amsterdam‘a gidiyoruz… Aslında Amsterdam hakkında bir rehber yazısı yazarak haddimi aşmaya niyetim yoktu ama Amsterdam gezilerimden birini Pariste.Net’in sosyal medya hesaplarında duyurup, Paris’ten trenle Amsterdam’a gidip, tren garından çıkıp ilk fotoğrafı kişisel hesabımda paylaşınca yağmur gibi gelenAmsterdam’da hangi otelde kalmamızı önerirsiniz?“, “Amsterdam Havalimanı’na gardan ulaşım kaçta başlıyor?“, “Amsterdam’da hangi restorana gitmemizi tavsiye edersiniz?” gibi soruları görünce neye uğradığımı şaşırdım ve o an, bu tatilin sonunda Paris’e döndüğümde minik de olsa bir Amsterdam Rehberi hazırlamaya karar verdim.

İnternette Amsterdam’la ilgili pek çok içerik bulabilirsiniz. Benim bu mini rehberi hazırlarken amacım, defalarca gittiğim bu güzel şehri benim gözümle tanımanızı, Amsterdam’ın sadece uyuşturucu ve seks özgürlüğünden ibaret olmadığını fark etmenizi sağlamak. Nasıl ki Pariste.Net’i hazırlarken Paris’in Eyfel Kulesi‘nin, “Şanzelize“nin, Notre Dame‘ın çok ötesinde bir şehir olduğunu anlatmaya çalışıyorsam, Amsterdam da bu klişelerin çok çok ötesinde, dünyanın en ama en güzel şehirlerinden biri. O yüzden benim gözlüğümden bu şehri tanımanızı, şehri bir de bu yazıyı okuduktan sonra gezmenizi istiyorum, bakalım beğenecek misiniz?

Hayır, Paris’e rakip bir şehir olarak bu şehri anlatacak hiç değilim. Şehirleri ve güzellikleri birbiriyle kıyaslamayı bırakalı çok oldu. Her birinin güzelliğini ayrı ayrı yaşamayı, her birinin tadını ayrı ayrı çıkarmayı tercih ediyorum, bunu size de öneririm.

Bu yazı öncelikle, Paris gezisi yanında Amsterdam’ı da görmek isteyenler ve bir de Amsterdam’da en fazla 3-4 gün geçirmeyi düşünenler için. Öyle her şeyi birden yazmam mümkün değil. Kolay mı Pariste.Net gibi tek bir şehrin ıncığını cıncığını anlatmak; tek bir yazıda tek bir şehri her şeyiyle tanıtmaya çalışmak. Ben size daha çok Amsterdam nedir ne değildir onu anlatmak, sevdiğim ve sizlere önerebileceğim mekanlardan, birkaç gezi güzergahından ve -bence- mutlaka yapmanız gerektiğini düşündüğüm aktivitelerden bahsedeceğim.

Amsterdam Paris’e Eurostar treniyle (Eski Thalys treni) 3 saat 20 dakika mesafede, cennet gibi bir şehir. Buraya otobüsle de gelmek mümkün: Flixbus, Eurolines ve BlaBlaCarBus‘ün düzenli seferleri var ama bence otobüs yolculuğu pek çekilir bir çile değil. Tabii bir de uçak seçeneği var ama bence tren en pratik olanı. Online tren biletinizi Eurostar’ın ya da Fransa’nın TCDD’si olan SNCF‘in resmi web sayfasından, önceden alarak ekonomik ve keyifli bir yolculuk yapabilirsiniz.

Eurostar Hızlı Treni Paris’te Gare du Nord‘dan Kalkıyor, Brüksel‘e, Anvers‘e ve Rotterdam‘a uğradıktan sonra Amsterdam Schipol Havalimanı‘na da uğrayıp son durak olan Amsterdam Centraal‘e geliyor; böylelikle doğrudan şehrin kalbine ulaşıyor, gardan çıkıp kendinizi hayatın içinde buluyorsunuz: Bu böyledir; neredeyse Avrupa’nın tüm şehirlerinde bu böyledir…

Tabii Amsterdam’a başka bir şehirden arabayla da gelmeyi düşünebilirsiniz ama Amsterdam pek arabayla gelinecek bir şehir değil, çünkü biliyorsunuz Amsterdam arabalara göre değil, bisikletlilere ve yayalara göre düzenlenmiş bir şehir. O yüzden kent merkezine arabayla gelinmesin diye pek çok önlem alınmış: Yüksek otopark ücreti bunlardan sadece biri 😉 O yüzden biz yazımızı, Amsterdam’a trenle gelecek olanlara göre anlatalım. Zaten uçakla gelecek olsanız ineceğiniz yer Schipol Havalimanı… Biz her ne kadar buranın adını “Şipol” diye okumaya çalışsak da aslında buranın adı -biraz garip bir aksanla okumak kaydıyla- “Skipol” Havalimanı’dır. Havalimanından şehir merkezine yani Amsterdarm Centraal’e yine trenle çok kısa sürede ulaşmak mümkün. Hayat Amsterdam Centraal’e vardıktan sonra başlıyor zaten.

Amsterdam’ın merkezine trenle geldiğiniz zaman başlangıç noktanız Amsterdam Centraal yani Amsterdam Merkez Garı olacaktır. Amsterdam Centraal’a indiğinizde, gar binasından çıkıp büyük meydana ulaştığınızda, bu şehir tüm cıvıltısıyla karşınızdadır. Gardan çıkar çıkmaz hemen orta tarafta turizm ofisi bulunur; buradan genel bilgi ve ulaşım kartı almanız mümkün. Aslında ulaşım kartınızı doğrudan otobüslerde ve tramvaylarda da alabilirsiniz. Hemen sağ tarafınızda ise, belki de hayatınızda ilk kez göreceğiniz üç katlı bisiklet kat otoparkı vardır! Binlerce bisiklet, bizdeki araç otoparkları gibi kat kat düzenlenmiş bir yapının içinde park edilmiş vaziyette bekler. Gerçekten inanılmaz bir manzaradır.

Gardan çıktıktan sonra ne yapacaksınız? Yükünüz varsa otele gitmek zorundasınız. Oteliniz yakınsa yürüyebilir, değilse otobüs ya da tramvaya binebilirsiniz. Tek kullanımlık bilet almak çoğu zaman mantıksız. Bunun yerine 1 günlük, 2 günlük ya da 3 günlük bilet almak en mantıklısı. Günlük biletler Paris’teki gibi o günün gece yarısına kadar değil, ilk kullanımdan itibaren 24 saat hesabı üzerinden geçerli. Yani aklın yolu bir; Hollandalılar ulaşım konusunu daha mantıklı bir şekilde çözmüşler 🙂 Bilet fiyatları bu yazının son güncelleme tarihi itibariyle 1 günlük 9€, 2 günlük 15€, 3 günlük 21€, 4 günlük 26,50€, 5 günlük 33€, 6 günlük 37,50€, 1 haftalık 41€… Bu biletler şehir merkezindeki tüm toplu taşıma araçlarında geçiyor. Otobüse/Tramvaya binerken de inerken de mutlaka kartınızı okutmanız gerekiyor. Ah bir de Volendam gibi Amsterdam dışındaki yerlere gidecekseniz Amsterdam & Region Travel biletlerinden almalısınız. Tüm güncel bilet fiyatlarını bu linkte görebilir, şehirdeki toplu taşıma haritalarına yine aynı linkten ulaşabilirsiniz.

Tabii şu bir gerçek ki bu şehir aslında yürüyerek keşfedilecek, tadı yürüyerek çıkarılacak bir şehir. Tabii bir de bisiklet mevzusu var, ondan da yeri gelince bahsedeceğiz ama Amsterdam’da nasıl bir yürüyüş rotası izleyeceğiz? Bu konuda lafı fazla dolandırmadan herkese ama herkese önerebileceğim şudur: Gardan çıkın, sağ çaprazdan şehrin içine dalın, karşınıza hangi sokak hangi kanal çıkıyorsa yürüyün, sizi hangi yön cezbediyorsa o yöne dönün, yürüyün, ilerleyin ve şehrin içinde, kanalların arasında kaybolun. Amsterdam’ı gezmenin anahtarı bu kadar basittir.

Çünkü nereye dönerseniz dönün, hangi sokağa girerseniz girin, ne yaparsanız yapın mutlaka güzel bir şeyle, güzel bin şeyle karşılaşacaksınız. Bu şehir bu anlamda size olağanüstü güzellikle sunar. Sokaklar, “Allahına yan bakan eski evler“, kanallar, kanallar, kanallar… Her şey o kadar büyüleyicidir ki, kendinizi bir masalın içinde sanırsınız. Hele o kanallar boyunca dizili tekne evler yok mu… Gerçi Paris’te de Seine Nehri üzerinde, özellikle Boulogne Ormanı ve Jatte Adası boyunca bu tekne evlerden var ama Amsterdam’dakiler hobi değil, bir yaşam biçimi.

Şehrin haritasını -kabaca- içiçe geçmiş “U”lar (belki de “C”ler) şeklinde düşünebiliriz. Bizim Amsterdam olarak kabul ettiğimiz tarihi merkezde her bir “U” aslında bir kanaldır. Bu kanal sıralarının arasında genelde birer de sokak bulunur. Tabii bazı yerlerde bu kavisli kanallar/sokaklar kesintiye uğrar o yüzden GPS olmadan kağıt harita üzerinden yön bulmaya çalışırken ilk başlarda tersiniz döner. Sokağın ya da kanalın adına bakar aklınızda tutmaya çalışırsınız. Oysa şehrin sağından girerseniz sola doğru, solundan girerseniz sağa doğru kıvrılmanız gerekir. Hayır, ben Amsterdam’a ilk gidişimde beynimdeki GPS‘e çok güvenmeme rağmen öyle bir kaybolmuştum ki, içine düştüğüm o durumu hâlâ tebessümle anarım 🙂

Ama Amsterdam’da kaybolmak çok güzeldir. Diyorum ya ne tarafa dönerseniz dönün sizi bir güzellik bekler. Hele ki mevsim kış değilse, ortalığı çiçekler basmıştır, şansınıza güneş de parlıyorsa içinde bulunduğunuz masal tam kıvamındadır. Hiçbir özel şey yapmadan sadece kanallar ve sokaklar boyunca yürüseniz, sadece evlere, vitrinlere, sokaklara, detaylara, insanlara baksanız bile içiniz açılır, ruhunuz okşanır, estetik duygunuz tavan yapar. Sonbaharsa yaprakların sarılı kırmızılı renk oyunları, ilkbahar ya da yazsa çiçeklerin bin bir renkleri içinizde bayram havası yaratır. O yüzden ben Amsterdam’a kış mevsimi haricinde (Amsterdam kışın Paris’ten daha soğuktur, çok çok çok soğuktur) sadece dünyamı değiştirmek, estetik değerlerimin limitlerini esnetmek için giderim. Ve bu şehre her gidişimde baştan aşağı yenilenirim.

Belki siz benim gibi şanslı değilsinizdir, belki saptığınız yollar sizi çok güzel yerlere götürmeyebilir; o zaman ben size Amsterdam’da neler yapmayı, nerelere gitmeyi sevdiğimden bahsedeyim biraz: Amsterdam’a herhalde, en az on kez gitmişimdir ama bugüne kadar bir kez olsun aklıma uyuşturucu denemek gelmedi, hiç de merak etmedim. Ben bu şehre uyuşmaya değil, insan olduğumu iliklerime kadar hissetmeye giderim daha çok. Denemek istiyorsanız bir şey diyemem ama bence insanın beyin hücrelerine bile isteye zarar vermesi, pek benim aklımın alacağı bir şey değil. Tercih sizin tabii ki.

Ben genelde kanalların batı tarafında dolaşmayı adet edinmişimdir ama doğu tarafı da hiç fena değildir; zira en büyük kanal olan Amstel, Amsterdam’ın doğu tarafında bulunur. Amsterdam’da görmeniz gereken belli başlı müzeler var öncelikle: Rijksmuseum zaten dillere destan, Van Gogh Müzesi, çağdaş sanatlar müzesi olan Stedelijk Museum, şehir müzesi olan Amsterdam Museum mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Anne Frank’ın Evi‘ni ve Heineken Experience – Heineken Müzesi‘ni görmeyeni de zaten dövüyorlar; ben bu ikisinin kapısından çok geçtim ama henüz gezmedim, beni dövebilirsiniz 🙂

Bunca müzeyi ayrı ayrı gezmek oldukça maliyetli. Eskiden tüm müzelerde geçerli olan, bizdeki Müze Kart gibi çok hesaplı bir kart türü vardı ama onun kullanım hakkını yabancılar için kaldırdılar. O nedenle turistlere yönelik müze kartı I Amsterdam City Card alabilirsiniz. Güncel fiyatlar ve ayrıntılı bilgi için bu linke bakabilirsiniz.

Benim kişisel olarak bu şehirde en sevdiğim müzeler elbette ki Riksmuseum ve Van Gogh Museum… Bir de Hermitage Müzesi var ki orası da gelmişken görülse iyi olur bence. Üstelik müzede gezi güzergahında bir odada duvarda göreceğiniz tarihi kıyafetleri giyip fotoğraf çektirmenize de izin veriyorlar ya, orası işin en eğlenceli kısmı. Aşağıdaki fotoğrafımı bu müzede komik bir anı olsun diye çektirmiştim 🙂

Şehrin en ünlü meydanları kraliyet sarayının bulunduğu Dam Square‘e yolunuzun düşmemesi imkansız. Saray dediğimiz bina Paris’teki Hôtel de Ville‘den küçük. Mütevazı adamlar vesselam… Civarda pek çok yeme içme mekanı var. Hangisine girseniz içi hayat dolu… Pek çok yeme içme mekanlarının bulunduğu Leidseplein ve yine şehrin başka bir keyifli köşesi olan Rembrantplein de mutlaka yolunuzun düşmesi gereken yerlerden… Bunların hepsine yürüye yürüye ulaşabilirsiniz. Amsterdam’ın en keyifli yaya sokağı ise Amsterdam Centraal’den çıktığınızda sağ tarafınızda kalan ana caddenin bir arka paralelinde devam eden Nieuwendijk… Bu sokağa günün hangi saatinde girerseniz girin her zaman cıvıl cıvıldır.

Nieuwndijk’e girin ve yolun gittiği yere kadar yürüyün. Önce kraliyet sarayının olduğu Dam Square’e ulaşacaksınız, meydanı geçip yürümeye devam ederseniz yaya yolu da aynı şekilde devam ediyor ama sokağın adı Kalverstraat oluyor. Bu sokak da sizi lale soğanları ile meşhur çiçek pazarının olduğu Flower Market‘ın olduğu noktaya ulaştırıyor. İsterseniz bu noktadan sağa dönüp çiçek pazarına girer bakarsınız, isterseniz de caddenin karşısına geçip tramvay yolundan devam ederek Rembrantplein‘e ulaşırsınız.

Benim en sevdiğim alışveriş caddelerinden biri, yine Amsterdam Centraal Garı’ndan sağa döndüğünüz zaman biraz ileride karşınıza çıkacak olan Harlemmerstraat‘tır. Burası küçük ama son derece sevimli bir cadde. Hayat tüm sakinliğiyle ama bir o kadar da tüm coşkusuyla akıp gider burada. Birbirinden güzel dükkanlar, tasarım mağazaları, restoranlar ve kafeler Harlemmerstraat’ta sizi bekler.

Ben ne zaman Harlemmerstraat’a gitsem, yol sonundaki parka girmeden sol taraftan içerilere girer ve arka taraftaki kanala ulaşırım. Tam burada çok sevdiğim küçücük bir kafe Café Tazzina bulunuyor. Paris’teki pastanem Sacha Finkelsztajn nasıl Paris’te turistken her gelişimde ziyaret ettiğim bir yerse, burası da Amsterdam’a her gelişimde gidip bir kahve içtiğim, kendimi sanki bu şehirde yaşıyormuşum da sık sık burada kahvemi alıyormuşum gibi hissettiğim bir yer işte. Öyle aman aman bir yer değil, sadece benim için, bizim için çok özel diyelim.

Amsterdam’da böyle birkaç mekanım daha var: Biraz klişe gibi gelse de Amsterdam Hard Rock Cafe‘yi oldukça beğeniyorum. Hem yeri çok güzel, hem kanal kenarında olması, hem de deli dolu garsonları çok eğlenceli. Bir de yıllardır sağlıklı yaşam adına pek sık sağlıksız yemekler yiyemediğim için Amsterdam’a her gidişimde kendimize ödül veriyoruz, o yüzden burası gözüme bir başka güzel görünüyor 🙂 Sonra benim en sevdiğim restoranlardan birinin Garlic Queen olduğunu söyleyebilirim. Burada her şey ama her şey sarmısaklı… Küçük bir mekan, son derece sıcak bir atmosfer… Burada yemek yedikten sonra adisyon istediğinizde size bir rozet hediye ediyorlar ve üzerinde İngilizce olarak “Özür dilerim Garlic Queen’de yemek yedim” yazıyor 🙂

Amsterdam da Paris gibi yeme-içme konusunda tonla seçenek sunuyor. Canınız hangisini çekiyorsa gidip oturun işte, kendinizi çok kasmayın. Hepsinde çok güzel hizmet alacağınıza eminim. Hele ki hava güzelse kanalların herhangi birinde açık havada bir kafede oturup bir şeyler yiyip içmek yok mu, inanın ömre bedel. Öyle çok sevdiğim birkaç küçük kafe var ama büyük mekan olarak bir de Café de Jaren‘i öneririm. Buraya da her seferinde gitmeye çalışıyorum. Ferah atmosferini, sade dekorasyonunu ve içerideki yaşam enerjisini seviyorum.

Gelelim bir de “Amsterdam’da Nerede Kalınır?” konusuna… Şehir merkezinde oteller mevsimine göre oldukça pahalı olabiliyor. 2 kişi kahvaltı hariç 150€ altı fiyat bence bu şehir için “çok ucuz” maalesef. Hey gidi eskiden 50€’ya ne güzel seçenekler vardı, artık 100€ bile imkansız bir fiyat sanki… Biz bir keresinde şahane bir konumda, şahane bir manzarası olan Hotel Amstelzicht‘te kalmıştık. Son derece merkezi, son derece sıcak ve samimi bir oteldi. Merdivenlerinin çok dik olması haricinde de bir problemi yok ama şehir merkezindeki otele dönüştürülmüş eski evlerin çoğu böyle dimdik merdivenli zaten. Eğer valiziniz ağırsa bu dik merdivenler eziyet olabiliyor. Ama özellikle kanal manzaralı oda seçerseniz aşağıdaki fotoğraftaki gibi bir manzaranız oluyor. Bütçenize ve tarih aralığınıza uygunsa herkese bu oteli tavsiye ederim.

Amsterdam’a ilk gelişimizde ise Novotel‘de kalmıştık. Şehrin biraz dışında ama son derece temiz, derli toplu bir oteldi. Şehir dışı gibi olmakla birlikte tramvayla merkeze ulaşım çok kolaydı. Bu arada küçük bir not, eğer booking.com müşterisiyseniz ve otel rezervasyonunuzu yukarıdaki ya da sayfada bulunan diğer reklam bannerları üzerinden yaparsanız bana destek olmuş oluyorsunuz 😉

Amsterdam’a diğer gelişlerimizde kaldığımız otelleri hatırlamıyorum. Zaten birkaç kez de Amstedam’da yaşan dostumuz Engin’in evinde konakladık… Eh tabii insanın böylesi dünyalar güzeli bir şehirde Engin gibi dünyalar güzeli bir dostu olunca insan her seferinde bu şehre koşarak değil uçarak gidiyor. Amsterdam benim için hem sakin sepenek, kanal kanal yürüyerek dolaşılacak bir şehir, hem de Engin’in o kocaman ve güzel evinde ailesiyle mükellef bir sofra etrafında saatlerce sohbet etmek, hatta bazen sohbetin önünü alamayıp sabahlamak demek 🙂

Öylesi sabahlarda en erken uyanan ben olmak isterim. Evin o dinginliği zaten çoktan nirvanaya ermiş ruhumu daha da yukarılara taşır. Hatta bir keresinde kapının önündeki elektrikli bisikleti alarak hemen yakınlardaki adaya gitmiş, giderken bisikletler için yapılmış asma köprüden geçmiş, kendimi ne kadar ama ne kadar iyi hissetmiştim.

Amsterdam’dan söz edip de bisikletten söz etmemek olmaz. Bu şehirde bisiklet akıllara ziyan bir ulaşım aracı daha doğrusu bir yaşam biçimi. Yazımın başında katlı bisiklet otoparkını söylemiştim. Şehrin her tarafını sarmış bisiklet yolları ile bu şehir daha çok bisiklet ulaşımına göre tasarlanmış bir şehir sanki. Bisikletlerin öyle bir önceliği var ki, siz etrafınıza bakıp hayran hayran ama aylak aylak yürürken, farkında bile olmadan gelip bir bisikletli sizi ezip geçse suçlusu siz olabilirsiniz 🙂 Son derece kibar ve nazik olan Amsterdamlılar bir tek bisiklet yolunda yürüyen yayalara karşı tahammülsüz ve sert olabiliyorlar. O yüzden siz siz olun, ne yapıp edin yolda yürürken bisikletlilere hep dikkat edin… İmamın dediğini yap, yaptığını yapma misali, size böyle söylüyorum ama -laf aramızda- ben de her seferinde hayran hayran ve aval aval etrafıma bakarak yürürken, en az bir kez bisiklet altında kalma tehlikesi geçiriyorum 🙂

Şehrin her tarafında bisiklet kiralamak için seçenekler var ve şehrin her yerine ama her yerine bisikletle ulaşmak mümkün. Zaten altınızda bisiklet varsa yolların kralı da sizsiniz. İnsanlar kilometrelerce uzaktaki iş yerlerine, okullarına bile bisikletle gidip geliyor… O değil de, özellikle köprü başlarına zincirlenmiş rengarenk bisikletlerin verdikleri birbirinden güzel fotoğraflar yok mu, işte bu Amsterdam’ı bir başka güzel, özel ve anlamlı kılıyor.

Amsterdam’ın gezilip görülecek en özel mekanlarından biri de herhalde Madame Tussauds Balmumu Heykel Müzesi‘dir. Yalan yok, ben hiç gitmedim; gitmem demiyorum da sıra gelmedi diyelim, hiçbir zaman önceliğim olmadı böyle yerler. Paris’teki Grévin Müzesi kıvamında pek çok ünlünün balmumu mumyasının sergilendiği müze burası, belki size bana göründüğünden daha fazla ilginç gelebilir. İstanbul’da da var biliyorsunuz. Bir bakın isterseniz.

Tabii bir de şehrin ihmal edilmemesi gereken bölgesi Red Light District olduğunu söylememe gerek yok. Şehrin halka açık uluorta genelevlerinin bulunduğu bu sokak ve yan sokaklar silsilesi, turistik anlamda da son derece ilginç. Belki her gidişimde yolum düşmez ama son gidişimde sırf blogda daha güncel bilgi olması açısından Red Light’a uğradım ve yine Hollandalıların hayatı algılayış biçimine biraz şaşkınlıkla, biraz hayranlıkla biraz da karmaşık duygularla baktım. Paris’teki ünlü Pigalle‘in çok daha ötesinde bir yerdir burası.

Amsterdam’ın gece hayatı zaten bir alem. Seks şovları, çılgın gece kulüpleri, genelevleri, barları, diskoları artık ne kadar azgınlık varsa hepsi sizi bekliyor… Bu şehir normalde kendi halinde son derece sessiz ve sakin bir yer ama eğer sokaklarda bağıra çağıra dolaşan, hatta kendini kaybedip pantolonunu indirerek oradan oraya koşturan, beyaz suratlı, kırmızı yanaklı birilerini görüyorsanız bilin ki İngilizlerdir 🙂 Bence şehrin huzurunu en çok kaçıran millet onlar. Yoksa burada herkes hayasızlığını bile edebiyle yaşıyor, kimse kimseye ilişmiyor. Hoş; İngilizlerin de kimseye iliştiği yok ama bunca huzur dolu bir ortamda bağırış çağırış ortalığı birbirine katmaları pek kabul edilebilir bir şey değil.

Red Light Bölgesi’nde dolaşırken, kimse kimseye karışmıyor. Bebek arabasıyla gezenler mi istersiniz, kol kola dolaşan gayet iyi giyimli karı-koca mı dersiniz; herkes sokağın bulunduğu kanal boyunca sağlı sollu iki tarafta kendi halinde gezintilerini yapıyor. Bir yandan da vitrinlere dizilmiş hayat kadınları öylece oturmuş, potansiyel müşterilerin dikkatini çekmeye çalışıyor, kazara anlaşırlarsa vitrinin perdesi çekiliyor ve herkes işine bakıyor. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi hayat devam ediyor. Aynı şekilde şehrin gece kulüplerinde Hetero, Gay, Biseks, Trans artık aklınıza hangisi gelirse de istediğiniz günah Amsterdam’da kollarını açmış sizi bekliyor… Bu şehirde dibine kadar özgürsünüz; burada olan burada kalıyor.

Amsterdam garip bir yer, bambaşka bir dünya. Burada her şeyden olması gerektiği kadar var. Mükemmel bir armoni, mükemmel bir uyum. Kendinizi iliklerinize kadar özgür, iliklerinize kadar insan hissediyorsunuz. Hiçbir şey yapmasanız, sadece bu şehrin havasını solusanız bile kendinizi iyileştiriyorsunuz. Bunda Amsterdamlıların, daha doğrusu Hollandalıların da payı büyük. Bir kere müthiş sıcak, müthiş samimi insanlar. Neredeyse herkes mükemmel bir İngilizce konuşuyor. Hatta benim biraz abartılı iddiama göre Hollandalıların İngilizcesi, İngilizlerin ve Amerikalıların İngilizcesinden kat kat güzel 🙂 Sizi her zaman sıcak karşılıyorlar, yardımseverler ve çok esprililer. Burada garsonlarla da satıcılarla da iletişim kurmak çok kolay. Sokakta bir yer arar gibi etrafınıza bakınırken biri yanınıza gelip yardım teklif edebiliyor. Bunlar benim Paris’te yaşamayı unuttuğum şeyler 🙂

Bir de ırk olarak fazla güzeller. İnsan zaten Hollandalıların boy ortalamasını görünce kendini cüce gibi hissediyor 🙂 Hiç unutmam bir keresinde Dam Square’de, uzaktaki bir yeri görmek için bir taşın üzerine çıkmıştım. Önümden bir Hollandalı geçti ve o geçerken ben boynumu yukarı kaldırıp boyuna öyle bakmak zorunda kaldım 🙂 Bir adama baktım, bir de taşın üstündeki kendime; o an tam bir cüce olduğuma karar verdim. Neyse ki Paris’e döndüğümde moralim düzeliyor, kendimi ortalama yakışıklılıkta hissediyorum yeniden 🙂

Şehrin en güzel köşelerinden biri de her rehberde bahsedilen Vondelpark (fondelpark). Paris’teki parklardan sonra burası bana aman aman muhteşem gelmiyor ama siz yine de yolunuzu o taraflara bir düşürün isterseniz. Benim için Singel, Herengracht, Keizergracht, Prinsengracht kanalları ve sokakları boyunca yürümenin keyfi hiçbir şeyde yok. Bir de sizi çok ilgilendirmeyebilir ama Amsterdam’daki Simit Sarayı bizim için çok anlamlı 🙂 Dam Square’e doğru yürürken iki tane gördüm, bir de Kinkerstraat 224 numaradaki yerini öneririm. Orada çalışan servis elemanları çok daha güler yüzlü, mekan çok daha büyük, oturması yemesi içmesi çok daha keyifli. Tabii Türkiye’den geldiyseniz bu yazdıklarım sizi ilgilendirmiyor; ben sadece Avrupa’da yaşayıp dışarıda doğru dürüst kahvaltı yapmayı özleyenlere selam ediyorum 😉

Bu şehir anlatmakla bitmez; zaten tek bir sayfalık yazıda anlatıp bitirmeyi de idda edemem ama aşağı yukarı şehri bu boyutlarıyla gezdikten sonra daha ne yapabiliriz diye düşünüyorsanız şehrin kuzey tarafına geçmenizi öneriyorum. Herkes Volendam‘ı söyleyecektir ve haklıdırlar… Buraya gitmek için Amsterdam Centraal’in arkasından kalkan otobüslere biniyorsunuz ama ben olsam tek bilet alıp sadece Volendam’a gitmek yerine bu programa bir gün ayırır, günlük bilet alarak civardaki diğer kasabaları da görürdüm.

Volendam küçücük bir balıkçı kasabası, şöyle bir dolaşıp hemen bitiyor zaten. Bizim ilk gidişimizde yaşadığımız en gırgır deneyim, manikür-pedikür balıkları ile dolu küçük havuza ayaklarımızı sokup pedikür yaptırmak oldu 🙂 Kırk yıl düşünsem böyle bir şey yaptıracağım aklıma gelmezdi… Zaten daha sonra Avrupa’nın başka yerlerinde de bu tür uygulamalar olduğunu gördüm. Volendam’da biraz dolaştıktan, belki bir yerde oturup bir şeyler yiyip içtikten sonra -görece- daha az turistik olan Edam’a gitmenizi öneriyorum.

Edam da son derece küçük bir rüya kasabası. Minik minik birbirinden güzel evler, kanallar, mevsimine göre çiçekler, mevsimine göre yapraklar; birkaç küçük restoran ve kafe, hem aklınızı başınızdan alıyor, hem de buraları gördüğünüz için hayata teşekkür ettiriyor.

Bu küçük kasabalar birbirine çok güzel bir otobüs ağıyla bağlı. Saatlerinizi iyi organize ederseniz bir gün içinde en az üç yeri görmeniz mümkün olabilir. Belediye otobüslerinde ücretsiz Wi-Fi olması da ayrı bir güzellik. Ama bence çektiğiniz birbirinden güzel fotoğrafları Instagram’a yüklemekle uğraşmak yerine otobüsle giderken etrafınızı seyretmeyi tercih edin derim. Bu arada hatırlatmak isterim: Bu bölgedeki belediye otobüsleri Amsterdam içinde bindiklerinizden ayrı bir firma; dolayısıyla şehir içinde aldığınız biletler burada geçmiyor. Bu otobüsler için ayrı bilet almanız gerekiyor. Biletleri otobüsten temin etmeniz mümkün. Ya yazının başlarında bahsettiğim, fiyatı farklı olan Amsterdam & Region Travel ulaşım kartından aldıysanız o zaman kartınız bu otobüslerde geçerli.

Benim önereceğim, bu civardaki üçüncü kasaba ise Marken. Burası da küçücük bir yer, burası da rüya gibi; yine küçük bir balıkçı barınağı, barınak çevresine sıralanmış barlar, kafeler, restoranlar. Birbirinden güzel yemekler, birbirinden güzel atıştırmalıklar. Hayat size tüm cömertliği ile mutluluğu hediye ediyor; tadını çıkarın. Kim bilir bu civarda daha nereler vardır; hepsini bir günde bitirmek mümkün değil. Sizin de önereceğiniz yerler olursa yorum bölümüne yazmaktan çekinmeyin lütfen.

Tabii bir de meşhur değirmenleri görmemiz gerek. Bunun için bir kez Amsterdam’a ilk gelişimde turla, bir kere de Engin’in bizi arabaya atıp taaa bilmem kaç kilometre ötede götürdüğü Zaanse Schanse diye bir yer var ki burası da ayrı bir rüya. Yine cicili bicili kanallar, yine dünya tatlısı evler ve birbirinden güzel yel değirmenleri. Hatta Hollanda’nın meşhur market zinciri Albert Heijn’ın ilk “bakkal dükkanı” olan yeri şimdi müze olarak gezilebiliyor ki o da ayrı bir hoşluk.

Amsterdam’dan uzakta bir gün geçirdik ama Amsterdam’da yapmayı unuttuğumuz bir şeyler daha kaldı: Bunlardan ilki kanal turu yapmak… Bence güzel bir havaya denk gelirseniz bir kez olsun böyle bir deneyim yaşamalısınız. Çünkü oyuncak gibi bir şehirde tekneyle dolaşmak çocukça bir keyif veriyor insana. Bir yandan da Hollandalılara hayran oluyorsunuz. Sonra bir de meşhur “I amsterdam” yazısının önünde fotoğraf çektirmeniz gerek. Allah muhafaza, sonra millet ne der 🙂 Bunun için Rijksmuseum’un arka tarafındaki yeşil alana gitmeniz gerekiyor ama orayı boş bulmak bir mesele. O yazının daha minyatürü şehir müzesi Amsterdam Museum‘un avlusunda da vardı ama son gidişimde göremedim.

Sonra Amsterdam’da bir klasik müzik konseri de izlemelisiniz sanki. Ben birkaç kez bu şansı yakaladım. Rijksmueseum’un orada bulunan ünlü konser salonu Concertgebouw‘da denk geldiğim yeni yıl konserini unutmam mümkün değil. Gördüğüm en şık atmosferlerden biriydi; muhteşem bir müzik ziyafeti de cabası. Ama tabii bir Opéra Garnier değil ama yine de Amsterdam ölçeğinde oldukça şık ve çok daha insani…

Hollandalılar’ın ortaya koyduğu sanat ve estetik anlayışı benim için gerçekten çok değerli. İster tarihi, ister çağdaş şehir düzenlemeleri olsun müthiş bir estetik, müthiş bir dinginlik var tüm yapıp etmelerinde. Hem sade hem de görkemli eserler üretebiliyorlar. Hollanda’daki bu sade ama etkileyici eserleri gördükçe Paris’teki abartılı görkemin beni ne kadar yorduğunu fark ediyorum ama bunlar aramızda kalsın, Paris bunları duymasın 🙂 Bir de Amsterdamlıların perdelerini kapamadan hayatlarını sürdürmelerini çok önemsiyorum. Nasıl rahatlar, nasıl estetik bir hayatı uluorta yaşayabiliyorlar; bu yönlerine de hayranım.

Evet… Paris konusunda ıncık cıncık bir ton şey yazmış biri olarak haddimi biraz aşıp Amsterdam hakkında şimdilik bunları söyleyebilirim. Amsterdam hakkında daha fazla bilgi edinmek isterseniz bana değil Google’a sormanızı rica ederim 😉 Tamam Paris hakkında sorulara elimden geldiğince yanıt vermeye çalışıyorum ama Amsterdam’da yaşamadığım için, orayı sadece beş-on kez gezmiş biri olarak benim bilgilerim de bunlarla sınırlı…

Aslında Amsterdam hakkında da Pariste.Net gibi 500 yazılık bir blog hazırlamayı çok isterdim ama bu işler uzaktan uzağa olmaz pek; olur da böyle zengin olmaz. O yüzden hayat bir sürpriz yapmalı bir sponsor olmalı ve bir şekilde Amsterdam’a yerleşmeliyim. Hayatta en çok istediğim şey bu olsa zaten ne yapar eder hayalimi gerçekleştiririm de şimdilik ufukta öyle bir olasılık görünmüyor ama tekliflere açığım 😉

Özetle, Paris’e uzun bir tatil için geliyorsanız (en az bir hafta) belki bir iki günlüğüne buraya da bir kaçamak yapabilirsiniz siz de ama kısa bir tatil olacaksa bölmenizi hiç tavsiye etmem. Paris ve Amsterdam birbirinden çok farklı iki şehir; kısa bir zaman diliminde bu iki şehri birden gezmek bence sadece “gördüm mü gördüm” dedirtir size; zihninizde derin bir iz bırakmak yerine her şeyi birbirine karıştırır bence. Amsterdam’a doğrudan Türkiye üzerinden gidecekseniz de en az iki gece konaklamanızı öneriyorum. Bir hafta kalabilecek olanlar içinse Hollanda’nın diğer şehirlerine günübirlik seyahatler eklenebilir; çok da güzel olur. Ben bugüne kadar Hollanda’da Amsterdam dışında Rotterdam, Den Haag (Lahey), Hauten ve Utrecht‘i gördüm. 

Bir hayalim de, her yıl Nisan sonu Mayıs ortasına kadar açık olan o dillere destan lale tarlalarının bulunduğu müthiş park Keukenhof‘u gezmekti ve bu hayalimi de 2017’de gerçekleştirdim. Herkese tavsiye ederim. Belki orayla ilgili ayrı bir yazı yazmak gerekir ama bu park hakkında tüm güncel bilgilileri
kendi web sayfalarından edinmek en sağlıklısı. Şimdi geriye bir de o masal köyü Giethoorn‘u görmek kaldı; bakalım…

Sizden ricam, bu yazının yorum bölümüne eklemek ve düzeltmek istediğiniz şeyleri yazarak içeriği zenginleştirmeme destek vermeniz. Önerilerinizi bizlerle paylaşın ki bilgi paylaştıkça değerli olsun.

Son olarak, Amsterdam’a, Paris’e ya da dünyanın herhangi başka bir şehrine yapacağınız booking.com rezervasyonlarınızı bu linkten  yapmayı unutmayın lütfen. Dediğim gibi, bu şekilde bana destek olmuş oluyorsunuz 😉

Bu güzel şehri bir gün mutlaka ziyaret etmeniz, gezerken beni tebessümle anmanız dileğiyle.

Ve Paris’i de küstürmeyin sakın 😉

Keyifli geziler, keyifli keşifler…

 

 

 

Ahmet Ore: