X

Provins

(Son Güncelleme: 02.03.2024) Paris ve çevresini gezmeyle bitiremeyeceğiz; bitmesin de zaten ama ben tanıtmaya, öğrendiklerimi paylaşmaya devam edeceğim. İşte bu yazıda yine Paris yakınlarında çok özel bir yeri, tarihi orta çağ kasabası Provins‘ı tanıyacağız hep birlikte.

Paris’in yaklaşık 100 kilometre güney doğusunda bulunan Provins, Île de France sınırlarında yer aldığı için 5. zone‘da bulunuyor ve buraya 5. zone biletiyle, banliyö treniyle ulaşıyorsunuz. Haftalık Günlük/Haftalık/Aylık Navigo kartınız bu bölgede geçerli, yani ekstra para ödemeden Gare de l’Est‘ten kalkan Ligne P yani P hattı treniyle yaklaşık bir buçuk saat gibi bir sürede ulaşabiliyorsunuz.

Çok sık tren olmadığı için yazının sonundaki SNCF’in linkinden tren saatlerine bakmanızı öneririm. Yol uzak gibi görünse de tren her istasyonda durmadığı için oldukça hızlı gidiyor ve en son istasyon olan Provins’da iniyorsunuz.

Aslında kasabanın tarihi ve turistik yerlerini yürüyerek gezmek mümkün ama biz, garın hemen karşısından kalkan turistik hat minibüsüne binip yukarıya, tarihi surların olduğu yere çabucak ulaşmıştık. Gideli epey zaman oldu, sanırım o minibüs artık yok; normal belediye otobüsüyle de yukarı çıkabiliyorsunuz ama bu bilginin güncelliğinden emin değilim; aranızda deneyen varsa, yorum olarak yazarsa sevinriim.

Yaşlı bir teyzenin kullandığı minibüs (yani en azından bizim bindiğimizde öyleydi) bizi döndüre dolaştıra kısa bir şehir turu attırdıktan sonra yukarı tırmanıp tarihi surların ana kapılarından birinde durmuştu. Biz biraz daha dolaşıp en son durakta, yukarıda fotoğrafını gördüğünüz yerde inmiştik.

Bu meydanda sola dönüp düz yürürseniz Provins’da görmeniz gereken en özel yapılardan biri olan Tour César – Sezar Kulesi‘ne ulaşıyorsunuz. Burası XII. yüzyıldan kalma eski bir donjon; Türkçeye belki büyük burç olarak çevrilebilir ve aynı zamanda çan kulesi. Burada gezmenizi önereceğim birkaç müze daha olduğundan beş müzeyi kapsayan ve diğer etkinliklerde indirim sağlayan günlük pass olan Pass Provins alsanız iyi olur. Bilet fiyatları hakkında yazının sonundaki linkten güncel bilgi alabilirsiniz.

Kuleye tırmanmak çok keyifli. Pierrefonds Şatosu’nda da benzer bir orta çağ tadı almıştım ama Tour César elbette ki daha küçük ama en azından daha insani. Yukarı tırmandıkça çocukça bir zevk alıyorsunuz ve en tepeye doğru merdivenler cidden epey darlaşıyor. Sacré Coeur‘ün dome’una çıkarken bile daha genişti inanın. Buradaysa belirli bir kilonun üstünde olan cüsseli kişiler sanki yukarı çıkamazmış gibi geldi bana…

En tepede şahane bir manzara var. Epeyce geniş bir alanda tarihi şehir merkezi, çok az da olsa çağdaş binalar hemen ardında da geniş tarlalar. Artık hangi mevsimde gidecekseniz elbette ki manzaranın peyzajı da ona göre değişecektir ama benim size önerim Nisan başından Ekim sonuna kadar olan dönem daha güzeldir. Belki Noel zamanı da renkli ve cıvıl cıvıl bir yer oluyordur, bilemiyorum. Yağmur yağmasın da 🙂

Sezar Kulesi’nin en en tepesine çıktığınızda ise çanların olduğu bölüme ulaşıyorsunuz ve sanki gizli bir yere girmişsiniz gibi hissediyorsunuz. Sonuçta burası çan kulesi işlevi de görüyormuş. Güvercin pislikleriyle bezeli ahşap konstrüksiyon ve çanlar çok ilginç bir fotoğraf veriyor inanın. Gerçi çok yüksek bir yerde değilsiniz ama buraya kadar tırmanmış olmak da büyük bir haz. Yukarıdan manzarayı seyredip kasabanın orta çağda Paris ve Rouen‘dan sonra Fransa’nın en büyük üçüncü kenti olduğu zamanları düşünmek de farklı bir his.

Buradan sonraki durağınız kulenin tepesinden gördüğünüz kilise olabilir: Collégiale Saint Quiriace. Gerçi Fransa’da kilise gezmekten içinize fenalık gelmiş olabilir ama böylesi küçük yerlerde kilise gezmeyi özellikle severim. Daha bir gerçekçi, daha bir yaşamın içinde oluyorlar. Özellikle içerinin gün ışığında oldukça aydınlık olması bu kiliseyi farklı kılıyor. Bu kilisenin bir diğer önemi de Jeanne d’Arc‘ın burada bir ayine katılmış olmasıymış. Bilmem sizin için bir önemi olur mu…

Bu kilise ile Tour César arasındaki Provins Müzesi‘ni de atlamamanızı öneririm. Ne de olsa Pass Provins aldığınızı düşünüyorum. O yüzden bu müzeye de en az bir yarım saat ayırmakta fayda var. Sadece içeride sergilenenler için değil, binanın kendisini görmek için de gezilmeli bence.

Provins Müzesi – Musée Provins XII. yüzyıldan kalma bir binanın içinde bulunuyor. İki kata ek olarak bir çatı bir de bodrum katından oluşan binanın odalarında dolaşmak, merdivenlerinden inip çıkmak bile büyük bir keyif. Müzede antik dönemden XIX. yüzyıla kadar şehrin tarihini yansıtan objeler sergileniyor.

Müzenin en etkileyici katı belki yukarıda fotoğrafını gördüğünüz çatı katıdır ama beni en çok şaşırtan şey, aşağıda fotoğrafını gördüğünüz, fıçı görünümündeki kabin oldu. Yanındaki panoda yazılanları okuyunca gözlerime inanamadım, Fransızcam yetersiz herhalde diye tereddüt yaşadım ama doğru okumuşum: Bu kabinler 19. yüzyılda şehirdeki hastanenin bahçe duvarında duruyormuş ve çocuğuna bakamayacak olan yeni doğum yapmış anneler bebeklerini bu kabine bırakıp gidiyorlarmış; rahibeler de çocukları alıp büyütüyormuş! O dönemde bu kabine toplam 1258 bebek bırakılmış

Müze gezimizi de tamamladıktan sonra biraz sokaklarda rastgele dolaşıp biraz daha kaybolmaya, bu güzellikler içinde kendimizi kaybetmeye devam ediyoruz. Ne de olsa küçük yer. Bir tepede tarihi kale bölümü Le Châtel, bir de aşağıda eski şehir bölümü Le Val var. Rampa inip çıkması biraz sevimsiz olsa da buraya güzelliğini veren de belki de bu.

Civarda estetiği bozacak tek bir şey olmadığını görmek insana “işte Fransa’dayım” dedirttiriyor. Eskiden bu güzellikleri görmek için Fransa’nın diğer şehirlerine giderdim ama fark ettim ki Paris çevresinde de köy kıvamında tarihi kasabalar bolca mevcut. Paris’ten çok uzaklaşmadan da küçük ve tarihi kasabalarda yaşamın nasıl olduğu konusunda insan fikir sahibi oluyor. Her gezdiğiniz yeri çok beğenip bir eviniz olsun istiyorsunuz ama Fransa’da o kadar çok “çok güzel yer” var ki, sınırsız paranız olsa bile o evlerden hangi birini alıp hangi birinde yaşayacağınızı şaşırıyorsunuz 🙂

Sol taraftaki rampadan, huzur dolu bir yokuştan aşağı inerken gezeceğiniz üçüncü müze olan Les Sousterrains yani yer altı koridorlarına ulaşıyorsunuz. Pass Provins’ı ilk hangi müzeden almış olursanız olun, parayı ödedikten sonra burayı gezeceğiniz saati belirtmeniz ve rezervasyon yaptırmanız gerekiyor ki ona göre gruba dahil oluyorsunuz.

Biz ilk bileti aldığımız yerde, konuyu tam çözemediğimiz için saat 14:00 için rezervasyon yaptırmıştık ama saat 12:50’de işimiz bitip buranın kapısına gidince randevumuzu bir saat öne aldırmayı başardık 🙂 Evet Les Sousterrains randevuyla ve grupla geziliyor ve anladığım kadarıyla her saat başı bir grup alıyorlar. Maalesef tur Fransızca ama rehber kız o kadar şahane bir Fransızcayla anlatıyor ki sanki Fransızca bilmeseniz bile her şeyi anlayabilecekmişsiniz gibi geliyor 🙂

Burası eski bir taş ocağı ve yüzyıllar boyunca şehrin altı koridorlar şeklinde kazılmış. Aslında çok daha geniş bir alanı kapsıyor ama sadece belirli bir bölümü geziliyor. İçerisi yıl boyunca yanlış -hatırlamıyorsam- 12 derece. O yüzden ince kıyafetle üşüyebileceğinizi hesaba katmalısınız, zira ben dondum 🙂 Bir de o zamanlar burada çalışanların ortalama ömürlerinin yirmi beş yıl olduğunu öğrenmek de epey bir dokundu bana. Hayat hiç adil değil…

Ana kapıdan girip rehberli tur eşliğinde koridorlarda dolaşıp karşı çaprazdan bir kapıdan çıkıyorsunuz ve sonra sola aşağı doğru inip bir anlamda şehir merkezine varıyorsunuz. Belki artık yemek vakti gelmiştir, gözünüze kestirdiğiniz bir yerde yiyebilirsiniz. Biz L’Appart diye bir yerde yemiştiik, aşağıda hemen sağda. Gayet güzel ve lezzetliydi. Sadece bu tür küçük kasabalarda hatta pek çok şehirde yemek servis saatlerine dikkat etmeniz gerekiyor, 14:30 sonrası öğle yemeği için aç kalabilirsiniz.  Bkz: Paris’te kafe ve restoranlarda başınıza neler gelecek? 🙂

Yemek sonrası minik şehir turuna devam edebilirsiniz. Rastgele sokaklara girip çıkıp küçük keşifler yaparak turunuza devam etmeniz mümkün. Bir noktadan sonra kasabanın kuzey yönüne doğru ilerlemenizi önereceğim. Burada La Rosaraie de Provins diye bir gül bahçesi var. Zaten burası gül reçelleriyle de ünlü. Belki içeriyi gezmek istersiniz ama giriş ücretli. Güncel fiyatları ve bilgileri yazının sonundaki ilgili linkte bulabilirsiniz.

Gül bahçesinin biraz ilerisine yürürseniz, küçük ama uzun bir kanal, o kanalın iki yanına sıralanmış ağaçları göreceksiniz. Buradan sola dönüp yürümenizi öneriyorum ve bir süre sonra yol bitecek, küçük bir sur duvarının yanından oldukça dik bir yokuşu tırmanacaksınız. Bu şekilde ulaşacağınız kapı Jouie Kapısı – La Porte de Jouy olacak.

Kapıdan çıkmadan önce surlara şöyle bir tırmanmanızı, kısa da olsa merdivenlerden ine çıka surların üzerinde yürüyüş yapmanızı önereceğim. İnsan bu surlarda dolanırken her an bir köşeden Bizans askerleri çıkacakmış da “Kara Murat benim” diye bağırıverecekmişsiniz gibi geliyor 🙂

Bu kapıdan içeri doğru yürürseniz minibüsün sizi ilk bıraktığı meydana ulaşırsınız. O nedenle ben kapıdan çıkıp sola doğru yürümeyi, surların çevresini dolaşmayı tercih edebilirsiniz. En köşeye gittiğinizde bu yazının kapak fotoğrafı olan açıyı yakalıyorsunuz ve çepeçevre surlarla çevrili olan tarihi kentin eski kale bölümünün nasıl bir yer olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. Kalenin içindeykense etrafınızın surlarla çevrili olduğunu hiç hissetmiyorsunuz.

Surların dışında tarlalar başladığı için mevsimine göre yeşilli sarılı ya da çiçekli manzaralarla karşılaşmanız mümkün. Bizim burayı gezmeye gittiğimiz zaman Temmuz 2017 ortasıydı ve biçerdöverler tarladaki ürünleri biçiyordu. Dev bir tavşanın koşuşunu unutamıyorum. Bir de surların köşe tarafındaki mezarlık Paris’teki Père Lachaise kadar olmasa da ilginçti.

Mezarlıktan düz devam ettiğimizde kale kapılarından ilkine yani minibüsün ilk durağına ulaşmış oluyorsunuz. Buradan içeri girdiğinizde tekrar sur içindesiniz. Tam kapının sağ alt tarafında şövalyelerin günde bir kez gösteri yaptığı bir yer var. Bu gösteri hakkında bilgileri ve güncel fiyatları yine yazının sonundaki ilgili linkte bulmanız mümkün.

Kale kapısından içeri girip dümdüz yürüdüğünüzde yine günlük Pass Provins’ınızın geçerli olacağı La Grance Aux Dîmes adında bir müze var. Küçük bir yer ama içerisi ilginç. Eski zamanlarda esnaf, tüccar ve zanaatkârların yaşamlarına dair örnekler görüyorsunuz. Alt kata inmeyi sakın unutmayın. Küçük bir yer dediğim gibi, ayrıca para verip girmeye değer mi bilmiyorum ama Pass Provins aldıysanız buraya da bir girip çıkmakta yarar var.

Buradan çıkıp yolunuza devam ettiğinizde minibüsten inip gezinize ilk başladığınız Place du Châtel‘e ulaşıyorsunuz. Bu noktadan sonra yine sağa sola yürüyerek gezinize devam edebilirsiniz ama biz turumuzu bu noktada bitirmiştik. Aslında civarda yapacak daha pek çok şey var ama sanki bir güne bu kadar gezme yeter gibi geldi bize.

Aslında bir de mini tren var ama ben bugüne kadar hiç bu tür trenlere binmedim nedense; ne Paris’te ne de başka bir yerde. Belki siz bu trene binip şehri bir de bu şekilde keşfetmek isteyebilirsiniz. Ya da sizi gara götürecek minibüsünüzü beklerken civardaki hediyelik eşya dükkanlarını dolaşıp bir kafede oturup bir şeyler içmek isteyebilirsiniz.

Ah bir de Provins Provins diye yazdık ama nasıl okunuyor bu Provins? Türkçede tam karşılığı yok son hecenin. “Provan” değil, “pğovan” değil, “proven” değil, “pğoven” hiç değil 🙂 Aslında son hece “an” ile “en” arası bir ses. Dişçi koltuğuna oturmuş azı dişinizi çektiriyormuşsunuz da “pğovan” demeye çalışıyormuşsunuz gibi 🙂 Sondaki “s” harfinin okunmuyor oluşu mevzusuna girmiyorum bile 🙂 Ah şu Fransızca

Paris’in “büyük şehir” atmosferinden bir anda uzaklaşabileceğiniz, kendinizi bambaşka bir yerde, ayrı bir tatile çıkmış gibi hissedeceğiniz Provins’ı belki Paris’e ilk gelişinizde değil ama ikinci ya da daha sonraki gelişlerinizde gezip görmenizi öneriyorum. O nedenle burayı da Paris’te Alternatif 15 Gün yazımıza eklememiz gerek. Paris ve çevresinde yapacak o kadar çok şey var ki zaten; hepsi sırayla, hepsi zamanla…

Keyifli geziler, keyifli keşifler…

 

 

 

Web Adresi: provins.net

Adres: Seine-et-Marne, Île de France

Paris’e Birkaç Saat Mesafede Görülmeye Değer Diğer Yerler:

Ahmet Ore: